Perşembe (11 Ekim) sabahı Bozcaada’ya gitmek üzere yola çıtık. Yol alırken aklım bir yandan da İstanbul’da, malum İstanbul’da Agos’un davası görülecek. İçimden "ceza vermezler, o kadar da değil artık" diye geçiriyorum. Ama içimdeki o sevmediğim ses ise "Bence kötü habere hazırlan, burası Türkiye, bak 2007’ye rüyanda görsen inanmayacağın şeyler gerçekleşti, kabus üstüne kabus, merak etme 10. ayda da ne yapıp ne edip yine size ‘pes artık’ dedirtmeyi bilirler" diye bas bas bağırıyor...
Yol uzuyor, ben İstanbul’dan uzaklaşıyorum, uzaklaştıkça dertlerden de uzaklaştığımı hissedip ferahlıyorum.Yoldan Maral’a (Dink) davanın sonucunu sormak için mesaj atıyorum. Maral henüz haber almadığını alır almaz arayacağını söylüyor. Saat 12.00 gibi Maral arıyor, "Bir sene hapis cezası vermişler, sabıkası olmadığı için ertelemişler" kelimeler boğazında düğümleniyor, "telefonu şimdi kapatıyorum" diyor...
Benim suratım düşüyor, içimdeki o sevmediğim ses haklı çıkıyor. Babamı arıyorum, "Baba duydun mu?" diye soruyorum, o da beni teselli etmeye çalışırcasına "Maalesef haberler kötü ama iyi halden ertelediler, hapis yatmayacak üzülme yani" diyor…
İyi Hal-Kötü Hal
"İyi hal" ikilisine takılıyorum ben, iki kelimenin birleşimi o an kulağıma manasız geliyor. Acaba diyorum Arat Dink’in hali 10 aydan beri ne kadar iyi? Sonra içine gömüldüğümüz kötü hali düşünüyorum. Hali epeyce iyi olan "büyüklerimizin" bizim kötü halimizi sağlamak için gösterdikleri sonsuz çaba aklıma geldikçe "iyi" ve "hal" kelimeleri yan yana oldukça sırıtıyor.
Bunları düşünürken bir yandan da uzaklaşıyorum kötü halimizin mekanı olan şehirden. Adaya vardığımızda ise gazeteleri, televizyonu, tüm kitle iletişim araçlarını kendime yasak ediyorum. Nayat’tan kaçmak, tatil boyunca beynimin içindekilerle rastlaşmamak istiyorum.
Uzun zamandan beri ilk defa askıya alıyorum hayatı. Hep orada ailem ve sevdiklerimle yaşasam keşke diyorum. Tek derdim denizden ne kadar balık çıkacak, şarapların tadı nasıl olacak, adada havalar nasıl gidecek olsun istiyorum. Kaldırımda kan yerine, tepelerde rüzgar güllerinin olduğu o adada yaşamak istiyorum.
Nayat yerine "Hayat"
Üç gün boyunca kendime verdiğim sözleri tutabiliyorum. Dönüş vakti geliyor, yola çıkıyoruz, istemsiz bir yol alış bu. Dönüşte yağmur bastırıyor, göz gözü görmüyor, hava da kararıyor, yol saatlerce sürüyor. Mola için bir benzincide duruyoruz. O sırada Jandarma bir aracı iple çekerek benzinciye getiriyor. Orada bırakıyor.
Arabadan inen kadın camımızı tıklatıyor, "Arabamız bozuldu, Jandarma bizden ancak bu kadar dedi, bizi de aracınıza alır mısınız? Sefaköy’e gideceğiz" diyor. Biz de kabul ediyoruz. Kadın kocasıyla konuşmaya gidiyor.
O sırada arkadaşlarımdan birisi hemen şöyle diyor "Ermeni olduğumuzu saklayalım, ne olur ne olmaz, bakarsın başımıza olmadık yerde bir iş gelir... T sen Mehtap ol, S sen Serhat ol, Nayat sen de Hayat… Takma isimler buluyoruz o üç dakikada... Ben ise, "Neden saklıyorsunuz ki, ne utanılacak bir kimliğe sahibiz ne de korkutacak?" diye karşı çıkıyorum..
Ama aslında korkanın bizler olduğunu çok iyi biliyorum. 10 aylık ötekileştirme, damgalama, dışlama ve milliyetçilikle ilgili olan sürecin özeti o üç dakikalık zaman dilimi içinde gerçekleşiyor.
Bir sene önce olsaydı ne yapardık?
Kim?-liğimizi yeniden kurguluyoruz. Kimlik kelimesi içinde "Kim?" Sorusunu barındırdığı için bu soruya farklı isimlerle cevap vermeyi tercih ediyoruz bazen. "Kim" sorusunun cevabını değiştirmek zorunda kalarak kendimizden, geçmişimizden kaçıyor ve yeni isimler bizim sığınağımız oluyor bir süreliğine. En vahimi ve en onarılmaz olan şey suratıma çarpıyor.
Ne denli güvenimizi kaybettiğimizi ve bunun bünyemizde ne denli gerilimler yaratığını o gece orada bir kez daha görüyorum. Sonra düşünüyorum acaba bir sene evvel aynı durumda yine aynı sahneyi yaşar mıydık? Büyüklerimizin çoğunun bugüne kadar çift kartvizitle dolaşmak zorunda kalmış olmasını bilmeme rağmen, kendi neslim için cevabın ne olacağını çok iyi bilemiyorum. İskambil kağıtlarından kuleler yapar gibi inşa ettiğimiz her şeyin derinden gelen bir rüzgar tarafından devrildiğini ve o kuleleri bir daha kurmanın çok güç olduğunu bilmek canımı acıtıyor.
"Nayat"ın yerine "Hayat" olmak yani sadece bir ‘H’ harfi mi beni kurtaracak, insanlık nerede kaldı?" diye soruyorum kendime. Hem ben Hayat olmuşum karşımdaki Ahmet olarak doğup insan olamamışsa benim "H" harfim mi karşımdakini daha insan, daha vicdanlı veya hoşgörülü kılacak?
Bana Ermeniliğimden dolayı kötü davranan, eminim ki başkalarına başka sebeplerden dolayı türlü türlü fenalıklar yapıyordur..
Bunların muhakemesini yaparken, yolda mağdur kalan adam arabaya yaklaşıyor, beklediğimiz için teşekkür ediyor, servise haber verdiğini orada bekleyeceklerini söylüyor. Biz ise aklımız biraz onlarda, hafiften de, bir ne olur ne olmaz tedirginliğini üzerimizden atmanın rahat(sız)lığıyla yola devam ediyoruz.
Tüm güven-siz-liğimiz ile kaygan, yağmurlu ve zifiri karanlık yoldan, kaygan ve karanlık ,kanla kirletilmiş İstanbul’a, damgalanmış kim?-liğimiz ve zedelenmiş ben-liğimiz ile adım adım yaklaşıyoruz…(NK/NZ)