Herhangi bir kaygı gözetilmeksizin bina edilen kentlerin birinde, neredeyse her gün yoksul mahallelerin kimini kat ederek varıyoruz düş yerine. Bir mahalle nasıl yoksulun olur, yoksul mahallesi neye benzer, içlerinden hangileri bu yakıştırmayı neden hak eder, bu kente taşındım beri tüm bunların üzerine düşünmek gündelik bir meşakkate dönüştü.
Benim te baştan toylukla bu yakıştırmayı yaptığım o mahallelerden biri, ilk gözbebeği, kilit taşlarla sokakları örülü olan, her bir tarafından elektrik tellerinin sarktığı, ani yoğun yağışlara karşı önlem olarak çatılarından sokağa doğru uzatılmış ince boruları, her köşesinde bir seyyar satıcısı, türlü türlü yoğun kokuların, vaktiyle canlı olması kaçınılmaz renklerin herhangi bir uyumdan uzak olduğu sonradan olma dar ama işlek caddesi, işte bu çeşit çeşit renklerle boyalı, çoğu yamalı derme çatma yapıların aralarına serpiştirilmiş yüksek katlı konutları, dar sokak araları, istisnasız hepsinde koşuşturan bebeleri, nereden çıkacağı belli olmayan çıkardığı ses kadar hareket etmekten yoksun motorları, yazmalarını sıcağa rağmen çıkarmayan analar, ince belli genç güzel kızlar, atletli kavruk oğlanlar, avuç içlerinde bir dünya taşıyan gözleri kör kulağı sağır ergenler, bağır çağır iş gören işçiler, karşılıksız kalmayan bakışlar ile her geçişimde bir iz bıraktı bende.
İlkin beliren tüm bu düzensizlik sonraları bir ahenk sunuyor sunmasına yine de henüz başlarda aklıma takılmış bir soru hala zihnimi kurcalıyor, bu keşmekeşin içinde kilit taşları nasıl da öylece düzenli kalabiliyor, içlerinden biri nizamı bir bozsa yağması içten bile değil belki de zalimin zulmü üzerine, açlık ve yoksulluğun, umutsuzca ve çaresizce kendine dönmüş öfkenin varlık sebebi üzerine. Öylece duruyorlar ama. Ben de o kilit taşlarından biriymişim gibi hissediyorum her üstlerinden geçişimde. Öylece yaşanıyor bu ne idüğü belirsiz hayatlar. Birçok neden sayılabilecek olsa da bu eylemsizliğin berisinde, ne bu mahallenin pek de sakin olmayan insanları, ne de zulüm ekonomisinin dümenini tutanlar bu kilit taşların mevcut durumunu hak etmiyor.
Modernite denilen şeyden payına düşeni almadan bireyliğin hükümranlığına geçen, türlü tarihsel imtiyazın kültürel bir mesele halinde politik varlığını gizlercesine süregeldiği bizimki gibi girift topluluklar, güçlü idealler uğruna verilen mücadelelerin olsa olsa bir tortusu olabilecek sivil toplum nedir nasıl olagelir ne işe yarar tüm bunları da bilemeden serbest piyasanın dizginlenemez bir versiyonuna maruz kalageldi. Ne yazık denir bu insanlara ne de bir mazerettir anlatılanlar başımıza gelenler için. Çıplak ve dizginlenmemiş bir kapitalist ekonomi ile kendi özgün koşulları içinde karşılaşma, karşısında savunmasız kaldıkları ve ancak karşılaşmalarla, bizzat başlarına geldiğinde ciddiyetinin farkına vardıkları nice sorunun sıkıntının hasıl olmasına sebep oldu. Zamanımızın bir götürüsü olarak ilksel bilgilerin, kanaatten hallice fikirlerin, etkiler ile alelade bir sebebin ilişkilendirildiği basit neden sonuç temelli önermelerin ardına giden pek az aralarında, niye gitsinler ki bir yandan, farkındalık eyleme geçemeyen insan için açık yara gibidir.
Velhasıl dünyanın aşikarlığı halihazırda göz kamaştırmakta, şu kentin yazının güneşi gibi tepemizde, bütün derimize nüfuz ederken her an canımızı yakmakta. Anbean isyanımızı tetikleyen şey bir yandan da yakıcılığı ile cesaretimizi kırmakta; bizleri içten içe uyuşturan, bir an susmayan zihnimizi ve ele avuca sığmayacak bedenimizi buruşturup bir kenara atan bir aşikarlığın içindeyiz. İşte taşlar burada bu zamanda öylece duruyor. Her gün kendini gezdirircesine dolanıyor üstünde genci yaşlısı, yaş kemale ermediyse hele gözün açlığı midenin boşluğuna galebe çalıyor, bir yandan her koyun kendi bacağından asılacakken, mahalleler öyle kolay bırakmıyor elinde eteğinde büyüttüğü insanları.
Bir akşam vakti mahalledeki gürültünün ardına, kalabalığın tesiri ile asker uğurlamasının konvoyuna takılıp, peşleri sıra otogarda buldum kendimi. Tüm bu coşku, bir türlü kalkmasına izin vermedikleri otobüslerin önünde söylenen son bir marşlar, atılan son sloganlar, yüzlerde tebessüm bakışlarda gurur, yazmalı analar da burada, ince belli genç kızlar, boş bakışlarının ardında bir yerlerde sanki aidiyetin getirdiği bir mutluluk gizlenmiş genç oğlanlar avazları çıkana kadar çığırmakta. Bir sigara yakıyorum bir diğerinin üzerine, arada kalabalığın arasında yolunu nasıl bulduğu hayreti mucip bir adam takkesi, ince telden bıyığı, ipten hallice uzun sakalı, kolsuz ceketinin altına baklava dilimi gömleği dolanıyor kalabalığın içinde önünde dört teker bir seyyar araba, üzerinde kitaplar, kitaplarda kimi silik kimi parlak başlıklar, içlerinden birini seçebiliyorum güç bela, başlığında eğitim tuzağı yazıyor.
Bu düzen nasıl kurulagelmiş, nasıl ayakta kalıyorsa öyle işte deyiveriyorum istemsizce, yine de durup şaşmalı, karşısına geçip ağzı açık bakakalmalı. Belli belirsiz düşmanlara karşı kazanılan savaşlar, kahramanlığa çalınmış masalsı fısıltılar, her bir işe mahir bayraklar, azınlığın iktidarında, zalimin ekonomisinde bir an olsun gecemizi şenlendiriyor, üzüntü yerini gurura bırakırken her şey bir anda oluvermiş gibi görünüyor. Daha dün kurulmuş bu devlet, ezeli ebedi canavarlarla, ucubelerle yedi vakittir savaşan neferleri ile bir anda bitiveriyor orta yerinde otogarın. Azınlığın iktidarı da böyle olmak zorunda değil yahu diye tek nefeste yarılıyorum sigaramı. Böylesine köhne, basit olmak zorunda değil. Her ne kadar ruhbandan olanın müridin inandığından haberdar olması beklenmese de bizimkisi fütursuzca savrulan yalanların içinde barınacağı bir düzlemi bile çok görüyor tebaasına, nasıl böylesine kendinden emin durabiliyor insan bu yoksunlukta, bu boşlukta, hayret verici bir gücü boşaltıveriyor bünyesinde biriken, vay arkadaş. İşte biraz da böyle duruyor belki de kilittaş. Çoktan kaybedilmiş bir savaşın tarafgirliğini yapmanın kendileri için en iyisi olduğuna inanmışların üzerinde attığı emin adımlarla iyice kenetleniyor pekişiyor birbirine belki de.
(HA)