Mademki bu bir öz(n)el yazı, o zaman Sevim'e, Pembe'ye, Ruzen'e, Fatma'ya, Nahide'ye, Yetin'e, Oktay'a, Mehmet'e, Sami'ye ve bana, Kıbrıs'a başka biçimde bakmayı öğreten bütün diğer çok sevgili Kıbrıslı arkadaşlarıma...
Bir buçuk yıl oldu ya ayrılalı Kıbrıs'tan, son gelişimde, havaalanında daha, "deli" portakal çiçekleri kokusu karşıladı beni. Sonra, sokak aralarında yürürken, deniz kenarında otururken, yeşil ve sarılarla boyanmış kırlarda yürürken unuttuğum bütün diğer kokuları geri geldi Kıbrıs'ın.
Vardığınız her yeni yerin, girdiğiniz her yabancı evin hemen ayırdedilen bir kokusu vardır ya, yalnızca "yabancı" iken duyduğunuz, yerl(il)eşince artık farketmez olduğunuz, sonra işte sadece an(ı)larda buluştuğunuz... Yitirdiğim kokular böyle geri gelince demek ki artık "yabancı"ya dönüşmüşüm Kıbrıs'ta diye düşündüm. Kendimi sevinçli, ama ürkek bir meraka -görmeyeli neler değişti acaba?- sonra da an(ı)lara bıraktım. Tıpkı seksenlerin ortalarında, elinde yüzü aşkın soru kağıdı destesiyle bir araştırma yapmak üzere, yine bir bahar günü havaalanında beni karşılayan kokularla buluştuğumda olduğu gibi.
Aslında çok daha eskiye gidiyor Kıbrıs ile tanışıklığım, kendimi bilebildiğim ilk çocukluk günlerime. Küçük Kaymaklı'da "Abalar'ın" (yani Işıl, Sevilay, Selma'nın) evinde kiracı olarak oturduğumuz, benim anaokuluna başladığım kadar eski günlere. Yani uzun uzun aralıklarla, kesintilerle yaşadığım farklı farklı Kıbrıs(lılık)larım oldu benim. Ama işte, en uzunu bu sonuncusuydu. Son yılım sayılmazsa, olup biten bütün değişikliklere suskun bir katılımla tanıklık etmekle birlikte, belki Kıbrıs'ı ziyaret eden her sınıftan Türkiyelinin iki günde Kıbrıs(lı) uzmanı kesilmesine tepkiyle, belki de zaman zaman taşınması çok zor hale gelen bir Türkiyeli sorumluluğuyla, "sessiz" kalmayı tercih ettiğim bir 9 yıl (daha) geçirdim Kıbrıs'ta.
Nasılsa daha önce "konuşmuştum". Türkiye'de 12 Eylül'ün hemen sonrasına gelen yıllardı ve benim gibi Siyaset Bilimi doktorası yapanların ne Türkiye'deki demokrasi üzerine tez yazmaları, ne de böyle bir tez için danışman bulabilmeleri kolaydı. Nitekim önerdiğim böyle bir konu reddedilmisti, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde tez danışmanım olur musunuz diye kapısını çaldığım hocalarım, yarın 1402'lik olmayacaklarından emin değillerdi.
Ben, "çaresiz" demokrasi ve demokrasi kültürünü Kuzey Kıbrıs'ta bulabileceğimi düşünmüş-oysa şimdi, bunu bir naiflik sayıyorum- bu arada görevine çoktan son verilmiş olan Haluk (Gerger) Hoca'nın yaklaşımımla ilgili uyarılarına da kulak asmamıştım. Sonunda çok emek vermekle birlikte, asıl söylemek istediklerimin -o da kısmen- dipnotlarda aktığı bir tez yazdım. Bütün bu süreçte ayaklarım yere basmış ve bunda da, Lefkoşa'daki evinde beni konuk ederken, bahçesindeki Mersin ağacının gölgesi altına özenle kurduğu beyaz masa örtülü kahvaltı sofralarına "buyrun Sahip" diye beni davet eden sevgili sınıf arkadaşım Mehmet'in şakaları kadar, onunla ve sonradan çok uzun soluklu dostluklar kurduğum arkadaşlarıyla yaptığım sohbetlerin büyük rolü olmuştu.
Bu arada besbelli Kıbrıs'a Türkiye'den bakmakla, "içerden" bakmak arasındaki farktan çok etkilenmiş olmalıyım ki, tez dilinin kuruluğu içine sızamayan duygularımı, Bekir Hoca'nın editörlüğünü yapmakta olduğu Kültür Sanat Dergisi'ne gönderdiğim bir yazıya sığdırmaya çalışmışım. Yazıma şimdi yeniden baktığımda, sonradan uzun süreli bir suskunluğa dönüşecek olan tavrımın izlerini orda bulabiliyorum.
Yazının bir yerinde Türkiye'den gelenlerin (Kuzey) Kıbrıs'ta kendilerini çok "yakın" bulduğu bir anın hemen ardından nasıl birden 'yabancı' hissedebilecekleri bir diğer anın geldiğinden söz etmişim, bir başka yerinde de, Kuzey Kıbrıs'a o ya da bu "işbirliği" çerçevesinde gelip de, döner dönmez "Kuzey Kıbrıs Demokrasisi" üzerine övgüler sıralayan aydınlara dokundurmuşum. Çünkü o sıralar, 1980 askeri darbesi ile üzerinden buldozer geçmiş gibi olan Türkiye'de, gazetecilerin başını çektiği, Türkiyeli "aydınların" da sahiplendiği hegemonik düşünce şuydu:
"KKTC'de Türkiye'de hem hiç olmadığı kadar demokratik bir sistem ve işleyiş var, hem de halkın arasına karışan, kahvehanelere giden, fotoğraf çeken "babacan" bir Cumhurbaşkanları vs...vs.." Yani henüz, durumun bu görünenle bir alakası olmadığının ayırdına varılmamıştı. Muhalif Kıbrıslıtürkler'in dillendirdiklerine "marjinal bir avuç aydının" lakırdısı gözüyle bakılıp hiç aldırış edilmiyordu. Ancak çok geçmeden Pandora'nın kutusu aralanıp da, faili meçhul cinayetler ve bombalamalar (yeniden) başladığında, sağda solda patlayıcı yüklü araçlar bulunmaya başlandığında Kuzey Kıbrıs "demokrasisinin" çoktan Türkiye'nin "arka bahçe"si haline getirilmiş olduğu anlaşılacaktı. Yine de, bütün bunlar karşısındaki tavır, Türkiye'nin, KKTC'nin bu duruma getirilmesiyle ilgili sorumluluğunu sorgulamaktan ziyade, "Kıbrıs Sorunu'nun artık Türkiye'nin önüne engel çıkaran taşınamaz bir yük haline geldiği", Kıbrıslıtürklerin de zaten "vergilerimizle beslenen, nankörler oldukları" şeklindeydi. Yani, neredeyse her sınıftan ve yaştan Türkiyeli'nin, Kıbrıs'a ve Kıbrıslıtürklere yaklaşımında, sanki "bir zamanlar yedi düvele yayılmış olan bir imparatorluktan geriye kalan bu son hakimiyet alanının" efendisi olmak hali seziliyordu.
Dolayısıyla daha önceden, tam olarak tezim aracılığıyla değilse bile, sonradan yazdığım böyle bir iki yazıyla Kıbrıs ve Kıbrıslılık üzerine "dışardan" konuşmuştum, ancak bir on beş yıl sonra Kıbrıs'a yeniden gelip de "içinde" yaşamaya başladığımda, Kıbrıs'ta Türkiyeli olmanın ağırlığını her hissedişimle birlikte suskunlaştım, Kıbrıslıtürk arkadaşlarımın onlarla kurduğum empatiden mi, yoksa (azıcık) "Beyaz Türk(iyeli)" sayılmamdan mı kaynaklandığını bilmediğim "sen farklısın"ları ile de hiç teselli olmadım. Olabildiğince, ses çıkarmayarak ama araya karışmaya çalışarak yaşadım.
Ama politik ve akademik hayat tartışılmaz biçimde içiçeler ve susmayı tercih etmek etik bir tercih olmakla birlikte, politik olan üzerine söz ve yazı biriktirmekten vazgeçmek, ya da olup bitenleri fildişi kulelerden seyretmek anlamına hiç gelmiyor. Dolayısıyla suskunluğun bir tercih olması başka, susturulmaya çalışılmak başka bir şey.
Neyi mi kastediyorum? 2000'li yılların başında akademik yaşama, siyasete, medyaya, Kuzey Kıbrıs'ın sokaklarına hakim olan ve ancak 12 Eylül darbesi sonrası Türkiye'de solunan ile karşılaştırabileceğim "ağır havada" soluduklarımı kastediyorum. Hatırlayalım şimdi, herkesin kolayca "Rumcu" olarak adlandırıldıkları günler değil miydi yaşadığımız? Yılan adasının hatıra fotoğrafları evinde bulunan bir gazeteci "casus" suçlamasıyla günlerce içerde tutulmamış mıydı? Şimdi "seçimlere müdahale ediliyor" diyenler, bırakın gizli kapaklı yapılanları, tam Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı ve Denktaş'ın yine aday olarak yarıştığı gün, Star gazetesinin tam sayfa olarak "evinizin Denktaş'ı" sevimliliğinde bir fotoğrafla yayınlanması karşısında seslerini çıkarmışlar mıydı?
Ya, "evet ulan, işgalse işgal, sen de benim esirimsin" itirafında bulunan bir (de) köşe yazarı, sonra "[bunu diyenlerin] boyunlarına esaret tasması geçirip, her gün nasıl ayaklarını yıkatıp, sigarasını söndürmek için uzat dilini diyeceğini... işkenceyi daha da artıracağını.... bıktığında da hadım ederek, bildiklerini yapsınlar diye işgal ordusu askerlerine teslim edeceğini" yazarak, bir "Beyaz adam" fantazisi ile kendisi gibi olanları temsilen bilinçaltına bütün bastırdıklarını fışkırttığında bir şey yapılmış mıydı? "Bu Memleket Bizim" mitingleri henüz başladığında, katılanların her birinin kare kare belgelendiği, sonra da başka "falsoları" yakalansın da hesap versinler diye peşlerine düşüldüğü günlerden geçmedik mi? Tam da bu nedenle, aralarında benim de bulunduğum 19 kişi, yine "Rumcu" ve "solcu" oldukları iddiasıyla üniversiteden atılmak üzere kara listeye alınıp, aylarca 1402'likler gibi olmayı beklememişler miydi? "Güney'deki radyo haberlerini dinlemek" ve "kapalı kapılar arkasında ofisinde kimbilir ne hainlikler yapıyor olmak" iddialarıyla Bekir Hoca "işgüzar" bir gazeteci tarafından (daha önceki yüzlerce defaya ek olarak, bi daha) "Rumcu" ilan edilmemiş miydi?
Şimdi konuşmanın tam sırası ya, şu 19 kişiden birisi olarak kendimden de örnek vereyim, "suç"larım(ız)dan birisinin Güney'den gelen konuklarla buluşmak ve uluslararası bir akademik konferansta, "Türkiye'nin Kıbrıs politikasını eleştirmek" olduğunu öğrenmiştim. Yerel seçimler öncesinde kardeş gibi yakınım olan Oktay'ın Mağusa'da Namık Kemal Meydanı'ndaki mitingine katıldığım için "hiç uslanmayacak" sayılmış, uyarılmıştım. Yüksek Lisans öğrencilerimiz Dekanları tarafından "Kıbrıslılık, Kıbrıslı Türk Kimliği de ne demek, uyduruk şeyler bunlar, böyle tezler yazmayın" diye dolaylı olarak tehdit edilmişler, bu nedenle de bazı hocalardan özellikle uzak tutulmaya çalışılmışlardı. Dahası "Kıbrıs'ın Kuzeyinde ve güneyindeki gençlerin internet kullanma alışkanlıkları" üzerine karşılaştırmalı bir araştırmanın Kuzeydeki ayağını gerçekleştirmek üzere çalışmaya başladığımızda, bunun için "öncelikle Rektörlük'ten izin alınması gerektiğini" söyleyen yine aynı Dekan yüzünden, araştırmadan vazgeçmek durumunda kalmış, yani icazetli araştırma yapmayı akademik etik ve özgürlük anlayışımız ile bağdaştıramamıştık.
"Suskunluğun bir tercih olması başka, susturulmak başka bir şey" demiştim. Elbette bundan Kıbrıslıtürklerin payına düşen, benim payıma düşenden daha ağırdı. Bu yüzden, yine o sıralarda Türkiye'ye gidişlerimden birisinde, havaalanında tanık olduğum bir olayı hiç unutamadım. Yeşil pasaportlu ve de "kumarcı" arketipi gibi gördüğüm bir (Türkiyeli) kadın, bavulunu -o zamanlar sadece KTHY vardı- banda taşımasına yardım etmeyen check-in görevlisine, "biz sizi yıllardır sırtımızda taşıyoruz" diye avaz avaz bağırdığında, o dahil, bütün diğer görevlilerin ve etraftaki diğer Kıbrıslıtürklerin gösterdiği müthiş suskunluğun sesini, o sessiz ses'e eşlik eden yüz ifadelerinin çığlığını hep kulaklarımda taşıdım. Bunun gün gelip bir "patlamaya" dönüşeceğinden emin oldum.
Zaten dayanamayıp, bir tercih iken, susturulmuşluk haline gelen sessizliğimi bir başka kimlikle delerek Yasemin Öztürk müstear adıyla ancak Türkiye'de yayınlanmak üzere bir de yazı yazdım (Ancak Sevgül, yazıyı bulup da Yenidüzen Gazetesi'nde yayınlamıştı. Yazımı "Yasemin" imzalı olarak, üstelik de ilk sayfada gördüğümde, yüzümün alev alev yandığını hatırlıyorum. Bu itiraf işte sana Sevgili Cenk!). Ama işte, bütün bunlar, Kıbrıslıtürklerin "Yasemin Devrimi"nin öncüsü "Bu Memleket Bizim" mitinglerinden önceydi. Arif Hasan Tahsin'in Türkiye'den Kuzey Kıbrıs'a okumaya gelen üniversitelilerin kendi ülkesinin "sahipleriymiş" gibi davranmalarına dayanamayıp, küfrü basıp da ayrıldığı televizyon programından önceydi. Ya da Mehmet Ali Birand'ın hani tam Annan Planı görüşmeleri gündeme geldiği sıralarda yaptığı ve katılımları özel bir seçimle belirlenen Kurtlarvadisi-vari kılıklı öğrencilerin, Kıbrıslı öğrencileri yine konuşturmadıklarında -bu kadar aşikar haksızlığa dayanamayan bir diğer Türkiyeli öğrencinin, "...burası onların memleketi, bırakın da onlar konuşsun" diye haykırdığı, Manşet programından da önce...
İşte sonra, gün geldi, giderek bir şenliğe dönüşen "Bu Memleket Bizim" mitingleriyle birlikte Kıbrıslıtürkler, yıllardır biriktirmiş oldukları sözleri, barışcı bir seslenişe dönüştürmenin yolunu buldular. Bunu hala işitmezlikten, görmezlikten, söylemezlikten gelenleri de iktidar ettikleri yerlerinden ettiler. Pembe'nin deyişiyle de, "aksanlarını (Talat'da) buldular". Ancak tam burada, 2002 Aralık ayında yaşadığım bir geceye dönmeli ve bir başka sessiz çığlık ile karşısındaki çaresiz suskunluğumu daha anmalıyım. Kopenhag Zirvesi sırası, UBP halen iktidarda, Baba Denktaş Cumhurbaşkanı, Eroğlu Başbakan, oğul Denktaş Başbakan yardımcısı, şimdiki Cumhurbaşkan adayı Tahsin Ertuğruloğlu ise Dışişleri Bakanı. Yani hep bildiğiniz isimler.
Baba Denktaş hasta, O'nu temsilen Ertuğruloğlu Zirve'de ve masada bulunan Annan Planı'nın ilk versiyonuna "evet" derse, Kıbrıs iki tarafıyla birlikte AB üyesi olacak hem de Referanduma falan gerek olmadan. Kıbrıs'ın Kuzey'inde nefesler tutulmuş durumda. Bütün gün, "evet" denilecek mi, denilmeyecek mi tartışmalarıyla geçiyor. Toplantı sürerken daha, akşam, evlerde son bir umut ile bekleniyor. Ben Oktay ile Sevimler'deyim, bir grup arkadaşları da orada, aralarındaki tek Türkiyeli benim. Ekrana kilitlenilmiş durumda. Bir ara, oğul Denktaş'ın sesi geliyor ve "bir dakika, bir haberim var" gibi bir şey söylüyor. Herkesin kalbi ağzına geliyor, aralarından ayağa fırlayanlar oluyor. Uzaklardan bir yerden ve bir anlığına, tek atımlık bir havai fişek patlamasının sesi duyuluyor, ancak sanki o da çok yükselemeden yere düşüyor. Sonrasında evdeki bir kaç saniyelik sessizlik, ölüm sessizliğinden beter, ya da işte tanığı olduğum bir diğer "sessiz çığlık". Ben, orada yaşadığım dokuz yıl boyunca kendi evimmiş gibi kullanacağım evin salonunu, artık kendimi kimsenin yüzüne bakamayacak durumda hissettiğim için, arka bahçeye açılan mutfak kapısına yönelerek, ayaklarımın ucuna basarak terk ediyorum. Türkiyeli olmanın bazen çok ağır gelen sorumluluğuyla -daha önce olduğu, sonrasında da çoğu defa olacağı gibi- bir defa daha eziliyorum.
Sonrasında işte bir yandan iğneyle oya işler gibi barış dokunmaya çalışılırken, diğer yandan her iki tarafta da bolca mevcut "çözüm"den hala "çözümsüzlüğü" anladıkları besbelli olanların marifetiyle bir ileri iki geri yaşananları siz, benden iyi biliyorsunuz. Ama şimdi duyuyorum ki, kundaklamalar ve "casusluk" suçlamaları geri gelmiş; nefreti yeniden-ürettiği için Kıbrıslırumların yapamadığı yapılarak ortadan kaldırılan ders kitapları rafa kaldırılmış; "Kıbrıslı Türk" lafının ağza alınmasını yasaklayan BRT'de, toplumlar-arası görüşmeleri sürdüren yürütme erkinin haberlerine ambargo konulmaya başlanmış; bunları eleştirenlere yönelik ihbarlar ve tehditler ise yeniden dolaşıma sokulmuş. Ve bunlar ne kadar "bildik" değil mi?
Dedim ya, kokular insanı an(ı)lara taşır diye, şimdi korkum Kıbrıs'a çok yakışan bu bahara inat, o çok ağır solunan, üzerlerimize çöken, ufuk çizgisini hiç göremediğimiz havalara yeniden dönülmesi. Çünkü, bakıyorum da, Kıbrıs'ın geleceği üzerinde söz sahibi olma iddiasında bulunanların bir grubu, aslında Kıbrıslıtürklerin sessiz çığlıklarının bizatihi müsebbibi olanlar ve elbette farkındasınız onlar hep aynı isimler, zaten her zaman aynı "cephede(ydi)ler": Eroğlu, Ertuğruloğlu ve Büyük/Küçük Denktaş...
O halde şimdi konuşmanın tam zamanı.(SA/EÜ)
___________________________________________________________________
* Prof. Dr. Sevda Alankuş, İzmir Ekonomi Üniversitesi, İletişim Fakültesi. Bu yazıyı Kıbrıs Yeni Düzen gazetesinden alıntıladık.