Gençlik Merkezi’nde “tarihle hesaplaşma” konusunu tartışıyoruz... Paneli Niyazi Kızılyürek yönetiyor – konuşmacılar ise Tony Angastiniotis, Sezai Sarıoğlu ve ben...
Niyazi, “unutmak”, “hatırlamak”, “affetmek” gibi kavramların tartışılmakta olduğuna dikkat çekiyor...
Oysa öğrendiğim bazı öyküler, bu kavramları birer “klişe”ye dönüştürüyor – çünkü bu olayların “kahramanları”nın unutulmaya, affedilmeye ya da cezalandırılmaya değil, doğrudan doğruya psikiyatrik tedaviye ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum...
Bir insanı neden cezalandırırsınız? Bu ceza sürecinde yaptığının hata olduğunu anlasın ve bir daha yapmasın diye mi? Bunu neden yaparsınız? Örnek olsun diye mi? İnsanlar toplu olarak yaşarlar, bazı kuralları, değerleri, yasaları, kurumları vardır.
Savaş hikayeleri
Ancak sözünü edeceğim insanlara “insan” demeye dilim varmıyor. Size onların Türk mü, Rum mu olduğunu söylemeyeceğim. Bu öykülerin “kahramanları” ve “kurbanları” belirsiz olacak. Nedeni çok açık: Çünkü bu öykülerin “Türklük” ya da “Rumluk”la bir alakası yok... Ve benzer öykülerle her iki toplumda da karşılaştım... Bunların “insanlık” ve “insanlık-dışılık”la alakası var – etnik kimlikle değil...
“Savaşı”, savaş dönemi yaratılan “boşluğu” fırsat bilen bazı gruplar, ellerine geçen en küçük bir “fırsat”ta, akla hayale sığmayan şeyler yapmışlar...
Bir grup “kahraman erkek” savunmasız, silahsız, sivil genç kızları toplamış. Çeşitli köylerden toplanan bu gencecik kızlar, tecavüz edilmek üzere, “kahraman erkekler”in köylerinden biraz uzakta, eski bir çiftlik evine kapatılmış...
“Kahraman erkekler” kendilerine bir “harem” kurmuş – akla gelebilecek herşeyi yapmaya girişmişler bu genç kızlara...
O çiftlik evi, “kahraman erkekler” için zevk yaptıkları gizli sığınağa, o gencecik, savunmasız, silahsız, sivil genç kızlar için bir işkence evine dönüşmüş...
Ne kadar süre devam etmiş bu?
Bu sorunun yanıtı net değil – kimilerine göre birkaç ay, kimilerine göre üç ay, dört ay... O genç kızlar hamile kalıp karınları büyümeye başlayınca, “kahraman erkekler” panik olmuş...
Tüm bu genç kızları, karınlarındaki bebekleriyle öldürüp o eski çiftlik evi civarındaki kuyulara atmışlar... Bölge halkı, bütün civar köylerin yaşlıları, bu hikayeyi çok iyi biliyor ve fısıldayarak anlatıyorlar... Bu “kahraman erkekler” ise, “normal” yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar...
Yine bu “kahraman erkekler” sınıfına koyabileceğimiz başka iki “erkek”, tecavüz etmek üzere bir kadın ele geçirmişler.
Onlara göre kadın “savaş ganimeti”ymiş. Bunlardan biri kadına bir ovada tecavüz etmiş ve onu öldürmüş. İkinci erkek “Niçin öldürdün be?” diye tepki göstermiş... “Ben da yapacaktım daha!”
Birinci erkek, öldürdüğü kadına dokanmış: “Daha sıcacıktır, geç yap istersan” demiş. İkinci erkek, henüz öldürülmüş kadına tecavüz etmiş!...
Sonra bu kadını ovada, sabır ağaçlarının yanında bulunan bir kuyuya atmışlar, kuyunun ağzını da kapatmışlar...
Yıllar sonra bu iki erkeğin araları açılıp kavga ettiklerinde, birinci erkek, ikincisini “Sen ölüyü yapan adamsın be!” diye suçlamış...
Bu hikaye etrafa yayılmış, ayrıntılar, detaylar ortaya çıkmış... Sabır ağaçlarının oradaki kuyuda hem diriyken, hem ölüyken tecavüze uğramış kadının cesedi çürümeye terk edilmiş... Olayların tek görgü tanığı sabır ağaçlarıymış... Hani ömürleri boyunca tek bir kez çiçek açan ve çiçek açınca ölüveren sabır ağaçları...
Savaş travmaları
"Savaş” denen cehennem, toplumlarımızı hasta etmiş durumda – üstelik yaşanmış olan travmalar, hiçbir zaman tedavi edilmemiş... Hem katillerin, hem yaşayan kurbanların tedaviye ihtiyacı var... Bir şiddet kurbanının tedavi edilmesinin esprisi nedir? Yaşamış olduğu travmayı anladığımızı göstermek, yanında durmak, ona anlayışla ve sevgiyle yaklaşmak, “tedavi”nin özü değil midir?
Şiddet uygulayan bir insanı tedavi etmenin esprisi nedir? Ona “şiddet”in yanlış olduğunu, kabul edilmez olduğunu göstermek mi? Onu şiddete karşı eğitmek mi? Neden şiddet kullandığını anlamaya çalışmak ve ona da bunun yanlış olduğunu kabul ettirmek mi?
Bunlar yapılamıyor çünkü travmalar o kadar korkunç ki, toplumlarımız kendi yaralarına bakmaktan korkuyor, üstünü kapatıp bunları gizlemeye çalışıyor... Herkes yaşadığı acıyı tek başına taşımak zorunda bırakılıyor...
Toplumlarımızda tecavüze uğrayan bazı genç kızlar, yıllardır “tedavi” görmeye devam ediyor – ancak bu “tedavi”ler çoğunda sonuç vermiyor. Çünkü “tecavüz”, toplumlarımızın üzerinde konuşulmasını “ayıp” saydığı, tecavüzü yapandan çok, tecavüze uğrayanı da mantıksız biçimde suçladığı, onu aşağı gördüğü bir konu... Toplumlarımız, bu genç kızların yaşamış olduğu travmalara anlayış göstermek yerine, onları görünmez kılıyor...
Annesi burnunun dibinde öldürülen ve kendisi de yaralanan 12 yaşındaki bir kız çocuğu, bütün ömrünü akıl hastanesine girip çıkarak geçiriyor... Toplu bir katliamda tüm ailesini yitiren 16 yaşındaki bir genç, “Hade, intikamını al!” diye eline silah tutuşturulduğunda, bulabildiği birkaç kişiyi öldürüyor – sonra da ömrünü psikolojik tedavide geçiriyor – ancak ilaç alarak ayakta kalıyor – buna yaşamak denirse, yaşıyor...
Bir başka genç adam, savaş sırasında erkeklerin tecavüzüne uğramış – şimdilerde tuhaf biçimde giyinip Lefkoşa’nın sokaklarında dolaşıyor ve “Benim adım.......” diyor – bir kadın adı söylüyor – asla toparlanamamış. Çünkü insanlar onun yaşadığı travmaya anlayış gösterip tedavisine yardımcı olacak yerde, onunla alay ediyorlar, gülüp geçiyorlar...
Her biri birer “sabır ağacı”na dönüşüyor bu yaralı insanların ve ömürleri boyunca tek bir kez bile çiçek açıp sevinemeden, o korkunç travmalarıyla boğuşuyorlar...
“Savaş” denen kanunsuzluk ortamında, uğradıkları şiddetin korkunç boyutu içinde, tek başlarına debeleniyorlar...
Toplumlarımız ise kendi yaralarına ve birbirlerinin yaralarına bakacak yerde, kendi işlerine bakarak yuvarlanıp gidiyorlar...(SU/EÜ)
* Sevgül Uludağ, Kıbrıslıtürk gazeteci, barış aktivisti.