Keşke Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) büyük bir hile ile başarıya ulaşsaydı. Keşke geçen beş ay içerisinde yaşanan gelişmeler nedeniyle değil de bir masa başı oyunu ile yüzde 50’lere ulaşılsaydı. O zaman işimiz daha kolay olurdu çünkü. Ama şimdi zor, çok zor...
Kuşkusuz bugün itibariyle AKP dışındaki tüm partiler seçmen açısından neden umut olamadıklarını düşünmeli, özeleştirisini yapmalı ve yenilerek yola devam etmeli. Ama bu yazı muhalefet partilerinin eksiklik ve hatalarını tartışmaya açmaktan ziyade “milli irade”nin her yaptığına övgüler getirmenin de yanlış olduğunu vurgulamak için kaleme alındı.
Bu bağlamda isterseniz öncelikle birkaç saptama yapalım: Kanaatimce AKP’ye oy versin ya da vermesin seçmen kitlesinin kahir çoğunluğu, toplumun temel taşlarından birisi olması gereken yargının bugün itibariyle adalet dağıtmadığı ve egemene göre karar verdiği konusunda hemfikir. Benzer biçimde seçmen kitlesinin büyük bir kısmı, özellikle Suriye ölçeğinde dış politika konusunda ülkenin yanlış bir yolda olduğunu düşünüyor ve IŞİD şiddetini bir sorun olarak görüyor. Dahası Türkiye toplumunun önemli bir kısmı, mevcut siyasi iktidarın otoriterleşmesinden ve yolsuzluk tablosundan en azından hoşnut değil. Son olarak AKP’ye oy vermiş olsun ya da olmasın insanların çok büyük bir kısmı da Türkiye’de çatışmaların yeniden başlanmasından rahatsız.
O zaman AKP nasıl oluyor da yüzde 50 oy oranına ulaşıyor? İsterseniz bu sorunun yanıtını makro bağlamda değil de toplumun kılcallarına inip mikro ölçekte arayalım:
Diyelim ki; bu ülkede üniversitede akademisyensiniz ve üniversitenizde rektörlük seçimi yapılacak. Sizce bu ülkenin okumuş/yazmış en eğitimli kesimi olarak, mevcut rektör adayları arasından üniversitenizi en çok geliştirecek ve onu evrensel akademik özgürlük seviyesine taşıyacak birisi ya da birilerinin yanında mı saf tutuyorsunuz? Yoksa politik görüş, hemşehri ilişkileri, kadro ve/veya bilgisayar dağıtımı gibi küçük jestler ya da rektör olduktan sonra sunulacak dekanlık ve/veya müdürlük gibi büyük jestlere göre mi oy tercihinizi belirliyorsunuz?
Diyelim ki; -yakın zaman önce İstanbul Üniversitesi’nden yaşandığı gibi- evrensel akademik değerlerle göre adayınızı belirlediniz ve onun yanında saf tuttunuz... Pekiyi ama belirlediğiniz bu adayın en yüksek oyu almasına rağmen egemen tarafından atanmadığı yani üniversitenizin “milli irade”sinin çiğnendiği bir ortamda, bu kabul edilmez tasarrufu akademik özgürlüğe aykırı bir durum olarak algılayıp buna uygun bir tutum geliştiriyor musunuz?
Ya da diyelim ki; bu ülkede öğretmensiniz ve müdür olup mesleğinizde yükselme ve başarılı olmayı hedefliyorsunuz. Ancak ülkenizin siyasi iktidarı, yükselmenin kriterleri arasında en belirleyici özelliğin “x” sendikasına üye olmak olduğunu düşünüyor. Fikri, vicdanı ve irfanı hür nesiller yetiştirmek için mesleğinizin gereğini yapmaya çalıştığınız bu ortamda, siyasi iktidarın tanımladığı bu kriterin hürriyet ile bağdaşmadığını savunarak -hangi görüşten olursanız olun- özgürlükten yana taraf olabiliyor musunuz? Yoksa bu ülkede yaşamın oldukça ağır ve zor olduğunu görüp, “hayatın gerçekleri” karşısında egemen güçten yana tutum geliştirerek acilen o “x” sendikasına üye mi oluyorsunuz?...
Örnekler elbette çoğaltılabilir ama gerek var mı?
Söz konusu yaşanmışlıklarda da görüldüğü üzere -en “eğitimli” kesimde dahi- temel sorun güç ile kurulan ilişki. O nedenle seçim sonuçlarını dikkate alarak “halka kendimizi daha iyi anlatmalıyız” popülizmini bir kalemde geçelim. Açık ki “anlatma”ya değil, karanlığımızla “yüzleşme”ye ihtiyacımız var.
Bu yüzleşmenin temel dinamiğini; her alanda var olan işleyişi, kaba pragmatist yönelimden hak/değer temelli bir tutum geliştirme yani başka bir ifadeyle tarım toplumu değerlerinden sanayi toplumu değerlerine dönüştürmek oluşturmalıdır. Aksi takdirde her yerde haklının, doğrunun, güzelin ve iyinin değil, çıkarı belirleyen kaba gücün sözü geçecek ve en çok bağıran, en çok kan döken, ortalığı en çok tarümar eden her alanda kazanacaktır.
Belki de en acısı eğer böylesi bir toplumsal değişim ve dönüşümü başaramazsak, Roboski’den Ankara’ya kadar daha iyi bir dünya ve ülke için ölenler boş yere ölmüş olacaklardır. (OE/HK)
* Fotoğraf: Yusuf Koyun - Adana/AA