"Çok Düşünceli", "Çok Duygusal", ve "Çok Duyarlı" yolda giderken "Keşke böyle düşünceli olmasaydı"ya rastlarlar...
"Keşke böyle düşünceli olmasaydı". Sevilen birini erken bir zamanda son yolculuğuna uğurlarken edilebilecek en son söz dedim kendime.
Sanki o kişinin hastalığına "düşünceli" olması neden olmuş, hatta hastalığının ilerlemesine de düşünceli olması yol açmış gibi algılandığını düşündüm (üstelik hastalıkların oluş nedenlerinin, gün geçtikçe daha karmaşık ve multidisipliner modellerle açıklanmaya çalışıldığı günümüzde, bu şekilde bir neden sonuç ilişkisi kurmak biraz bağnazca değil midir?).
Belki ben böyle düşündüm, böyle bağlantı kurdum, o da olabilir. Bakalım siz de neler çağrıştıracak?
Sonra da, neden bu kişinin ardından "keşke herkes onun kadar düşünceli olsaydı" denmediğini düşündüm. Veya çevredekilerin "yok arkadaş, hiç de değil, iyi ki düşünceliydi, yoksa hastalığı ile mücadele gücü bulamazdı veya biz onu bu şekilde güçlü duygularla hatırlayamazdık, özleyemezdik" vs. buna benzer sözler söylemekten neden kaçındıklarını düşünüp, üzüldüm.
Üstelik en yakın arkadaşlarından biri olsa gerek böyle diyen. Benim arkamdan arkadaşlarımın böyle demesini istemezdim şahsen. Hatta böyle "ıncık cıncık şeyleri düşünmeye bayılırdı, ömrü onlarla geçti, bundan hep memnuniyet duydu, hatta kendine benzeyenleri görünce çocuk gibi sevindi" desinler isterim.
Sık sık annelerden çocukları ya da yakınları için "falanca filanca çok duygusal" tanımını duyuyorum. Yine üstteki örnekte olduğu gibi "çok düşünceli", "çok duyarlı" da çevremizdekiler veya kendimiz için sık yaptığımız tanımlar. Haydi gelin "çok duygusal", "çok düşünceli" ve "çok duyarlı olmak" üzerine söyleşelim. Yani ben söyleşeyim, siz de kendi içinizde ya da aranızda söyleşin ki, olaya hareket katalım derim.
Çok duygusalsın!
Genellikle çevremizdeki kişiler için yapılan en tehlikeli tanımlama, "çok duygusal" dır. Maazallah yapışıverecek diye korkar, "ne alaka" deriz. Sanki bunu diyenler robotmuş, duyguları yokmuş, onlar hiç üzülmez, sevinmez, şaşırmaz, utanmaz, kızmaz, heyecanlanmaz, endişelenmez, neşelenmezmiş gibi.
Duygusal biri olmanın azı çoğu var mı bilmiyorum. Yoğun duygulanımlar mümkün olur, ya da kimi olaylar bazılarımızda yoğun duygulara karşılık gelirken, bazılarımızı daha az duygulandırabilir. Örneğin filmlerde bazı ortak sahneler hepimizi ağlatsa da, bazı sahneler bazılarımız ağlatırken, bazılarımızı güldürür. Bu insanın yaşına, kültürüne, taşıdığı değerlere veya yaşadığı olaylara bağlı olarak değişir durur. Yani bazı durumlar bizi, diğerlerinden daha az ya da daha çok duygulandırabilir.
Ama duygularımız vardır, oradadır, ve hepimiz belli başlı temel duygulara sahibizdir. Herkes sevinci de, kızgınlığı da, utancı da, şaşkınlığı da, heyecanı da, endişeyi de belirli zamanlarda artıp azalan derecelerde yaşar. Sadece değişen neye sevindiği, neye utandığı, neye üzüldüğüdür.
Bu nedenle teknik olarak çok duygusal bir insan olmak mümkün değildir. Yoksa çok duygulanmak mümkündür elbette. Çok duygusal olmak, çok Çiğdem (yani ben) olmak gibi bir şeydir. Yani ben ya varımdır, ya yokumdur. Çok olamam, az da olamam. Ama ağlamaklı olurum, neşeli olurum, çok utanmış veya birazcık şaşırmış olabilirim.
Çok düşüncelisin!
Oysa "çok düşünceli olmak" kabul görmeyen özellik basamağında "çok duygusal"ın bir alt basamağında durur, yani o kadar kötü değildir. Ama iyi de değildir. Olup bitene dair düşünmek, düşünceleri gözden geçirmek, detaycılık, ayrıntılara özen göstermek ayrıcalık olarak adlandırılmaz da, istenmeyen bir şey, korkulan, uzak durulan bir durum olarak tarif edilir.
Uzak durulduğu için de nasıl yapılacağı öğrenilmez, öğrenilmedikçe de, psikolojik hastalıklara yatkınlık artar. Neredeyse duvara boş boş bakmak, düşünmemeyi düşünmek daha kabul görür. Çünkü düşünmemek de tıpkı duygusal olmamak gibi mümkün değildir. En azından bir şey düşünmemeyi düşünürüz.
"Ne düşünüyosun", "boş ver takma kafana" deriz yakınlarımıza. Belki de içten içe, o kişinin düşünerek kendisine zarar verebileceğine kanaat getiririz. Bu algı, bir yere kadar doğrudur da. Çünkü patolojik davranışların temelinde ruminasyon ya da geviş getirme tarzı düşünceler vardır. Ya da popüler deyişle bozuk plâk gibi aynı şeyi düşünüp durmak da denebilir bu duruma.
İnsan kafasında aynı anları, aynı sözleri kurar, aynı anları yaşar, içinden söylenir durur. O duruma çare aramaz veya başka açılardan bakmaz, tıkanmıştır, onun yerine takılmış plâk gibi aynı düşüncelerin etrafında döner durur.
Bu düşünce insanı yapacaklarını yapmaktan alıkoyar, neşesini ya da ağzının tadını engeller. En kötümser anlar bu anlardır, işten ayrılınır, eşler boşanır, ağzına geleni söylemeye karar verir insan.
İçimizdeki düşünceler serseri mayın gibi dönüp durur ve serseri mayın gibi dillenir, sonunda da, karşı tarafı incitmekten ya da duruma ilâç olmaktan çok, probleme katkıda bulunur ve sıkıntı, kısır döngü biçiminde şiddetli biçimde devam eder.
Oysa burada olup biten o kişinin düşünüp durması değil, bakış açısını ya da ufkunu daraltmış olmasıdır. Resmin küçük bir noktasına odaklanır ve bütünü göremez. Yoksa Şekspir'e, Nazım'a ya da Orhan Veli'ye "ne kadar ıcık bıcık düşünmüşün böyle, ne işin var bu düşüncelerle bu detaylarla" denirdi.
Oysa onları en derin duygularımızla okuyoruz, çünkü içimizde olan biteni, ve de o olan bitene dair fark ettiğimiz ama tanımlayamadığımız ayrıntıları bize anlatıyorlar. Duyularımızı, düşüncelerimizi, duygularımızı onlar sayesinde tanımlayabiliyoruz neredeyse. Yani düşünüp, duyuyorlar. Üstelik de çok düşünerek ve duyarak yapıyorlar bunu. Ve de iyi ki yapıyorlar.
Çok duyarlısın!
Bir başka sık kullanılan ifade de "çok duyarlısın/lıyım"dır. Bu kabul ya da onay görmeme basamağında en altta durur. Yani olunması beklenen insan modelinde duyarlı olmak iyi bir özelliktir.
Hepimiz bunu iyi bir özellik olarak kendimize mal ederiz ve öyledir de. Örneğin birçoğumuz kendimizi "pek ince/düşünceli ve duyarlı buluruz", hatta incinen, kırmamaya çalışan hep bizizdir. Sanırız ki kimse incinmiyor, hele biz kimseyi incitmiyoruz".
Oysa etrafımızdakilerin düşüncelerini okuyabilsek durumun böyle olmadığını görürüz. Birçok kişiyi incittiğimiz durumlar pek çoktur. Tıpkı bizim de incindiğimiz gibi. Burada kritik olan hepimizin duyarlılık noktaları farklıdır.
Birimiz için hassas olan bir konuda, bir diğerimiz pek rahattır (elbette bu durum, psikoterapi açısından derinlemesine ve "birey olma", "diğerinden ayrışabilme", "farklılıklara hoşgörü" gibi kavramlarla ele alınması gereken bir konudur, ancak bu yazının konusu değildir).
Ama bizler herkesi kendimiz gibi bildiğimiz için, o kişinin de o noktada bizim kadar hassas olmasını bekleriz ve yerden göğe kadar haklıyızdır da. Ama karşı tarafla girilen münakaşalarda, bir türlü kimin haklı olduğuna karar verilemez. O sırada Nasreddin Hoca ya da Orhan Baba devreye girerek "sen de haklısın, sen de haklısın" der iki tarafa. Yenişememiş ayrılırız.
Özetle temelde baktığımızda bunların hepsi (3D duygusal, düşünceli, duyarlı) hepimizde vardır, az ya da çok olmazlar. Sadece ne hissettiğiniz, ne düşündüğünüz, neye duyarlı olduğunuz, farklı durumlara göre miktar olarak değişebilir.
Aşağıdaki piramit, bahsedilen tehlike boyutundaki özelliklerin sıralanmasını göstermektedir. En alt basamak en tehlikeliyi, en üst basamak en az tehlikeli olanı işaret etmektedir.
Sanırım hepimiz duygularımızı, düşüncelerimizi, hassas noktalarımızı farklı bir ifadeyle tanımladığımızda, sevdiklerimizi de farklı biçimde uğurlayacağız. Ümidi kesmemek gerekir. (ÇK/EÖ)
(*) Klinik Psikolog