Yavaş ve çatışmalar en yakıcı, yıkıcı haliyle hala sürüyor. Ağır silahlarla inleyen abluka altındaki kentlerde havsalayı ve vicdanı zorlayan ölüm hallerine ilişkin haberler, AİHM müdahilliği eşliğinde yaralıya gönderilmeyen ambulanslar, beyaz bayraklar ve yıkılan evler Kürt sorununu da, yeni Türkiye’nin rengini de en koyu hanelere taşıyor.
Gündüz yasakları kalkınca taş üstünde taş bırakılmayan Silopi; yürütülen savaşın nasıl tüm yok ediciliği ve yıkıcılığıyla icra olduğunu tartışmaya yer bırakmaksızın gözler önüne seriyor. Benzer görüntüler Cizre’den ve Sur’dan da geliyor. Daha bir kaç ay önce 130 bin, 120 bin dolaylarında kalabalık nüfusun canlılığıyla dolan bu kentler, bir kaç aydır aralıksız biçimde tank top sesleri ve askeri hareketlilikle doluyor.
Peki, yıkılmış ve kimi moloz yığınına dönmüş bu evlerde yaşayanlar nerede? Ölmemiş veya yaralanmamış ise bu yıkılmış evlerin sahiplerini son bir aydır hep beraber beyaz bayrak eşliğinde, yanlarında birkaç parça eşyayla ve kafileler halinde göçertilirken izliyoruz. 1915’lerden ödünç alınmış bu görüntülerin, 2016’lara girmiş bir Türkiye için anlamını idrak edemeyen yığınlarla yaşamak mı; yoksa bu yeni tehcir halimi daha çok iç yakıyor bilemiyorum. Belki her ikisi de…
Cizre’nin neredeyse dörtte üçü, Silopi’nin yarısından fazlası, Sur’un yasaklı altı mahallesinin hemen tamamı yıkıntılar içinde. Cebir gücüyle göçe zorlanmış, yerinden edilmiş insanlarımızın yaşadığı yarılmanın önümüzdeki uzun yıllara damgasını vuracağı kesin.
Konuşuyorum bazılarıyla; çoğu bir anda, evini terk ederken bulmuş kendini. Plansız, isteksiz ve hedefsiz… Ne zaman gitmeye karar verdiklerini sorduklarımın ağırlıklı bir kesimi tanklar ve ağır silahlarla evleri bombalanınca gitmeye mecbur hissetmiş. İlk abluka ilanları olduğunda kimi dayanabiliriz diye ummuş, kimi durum ağırlaşırsa küçük çocuklar için en fazla bir-iki haftalığına akrabalarda idare edebiliriz, diye düşünmüş. Ancak bugün yaşanan yıkıcılık karşısında çoğu şaşkın, kırgın, kızgın ve öfkeli…
Göçertilenlerin büyük kısmı henüz mobil halde ve akrabalarının yanına emaneten sığınmış durumda. Bu abluka ve saldırı hali ne kadar sürerse sürsün hayatlarının artık eskisi gibi olamayacağını düşünseler de, abluka kalkar kalmaz tekrar evlerine dönememekten de korkuyorlar.
Bu korkunun nedeni salt yıkıntılar arasında artık bir evlerinin kalmamış olma ihtimali değil. Zira yine inşa ederiz diyorlar. Korkunun nedeni başka…
Dolandırmadan söyleyelim ki buralarda tartışılan ana konulardan ve kaygılardan birini; AKP hükümetinin baştan itibaren bir iskan ve imar politikasına sahip olduğu, bunca yıkıcılığın altında bu politikaya zemin oluşturmak isteği olduğu fikri oluşturuyor. Cumhuriyet tarihi boyunca nerede ise tüm isyan hareketlerinin bastırılmasında veya tehdit halinin bertarafında askeri zor yanında, tehcir, sürgün, iskan ve imar politikalarının da uygulandığına dair belleği her daim taze olan Kürtler için bu ihtimal hiç de afaki görünmüyor.
Ablukanın Kürt siyasi hareketinin en dinamik ve ulusal duyguların en güçlü olduğu varsayılan kentleri kapsaması bu nedenle de anlamlı geliyor. İskan ve imar politikaları; demografik durumun sosyo-politik ve kültürel ağırlığın iktidar lehine değiştirilmesinin, moda deyimle “Kamu güvenliği ve otoritenin sağlanmasının” en etkili yöntemlerinden biri olarak uygulandığı bir tarihsel alışkanlıktan geldiğimiz burada unutulmamalı.
1915 tehciri, 1927 ve 1934 İskan Kanunları hemen ilk akla gelenler. 1915’le tek millet düsturunun din ayağı İslam lehine homojenleştirilirken, 1927 ve 1934 kanunları ile etnik kimliğin Türklük lehine homojenleştirilmek istendiği biliniyor. Bunlar dışında değişik tarihlerde, yerel nüfusun iktidar çıkarlarına uygun olarak dizaynını içeren lokal iskan politikalarını da hatırlatalım. Örneğin alevi nüfusun yoğun olduğu Hatay’ın kimi yerleşimlerine ağırlıklı olarak 1980’lerde Sünni Arapların ve Afgan göçmenlerin iskanı bu kapsamda sayılabilir. Afgan göçmenlerin o yıllarda Kürdistan’a da benzer kaygılarla yerleştirildiğini söylemek mümkün. Yine Maraş katliamı sonrası güvenlik ve ekonomik kaygılarla tırmandırılan alevi göçlerinin teşviki örneklerden bir diğeri…
Örnekleri uzatmak mümkün, ancak bölgede tartışılan bu kaygının hiç de yersiz olmadığına dair meramı bu kadarı da anlatmaya yeter. Öte yandan AKP iktidarı için bu kentlerde Kürt siyasi hareketinin dağıtılması ve bastırılması “kamu düzeni ve otoritesinin sağlanması” için elzem. (Siz kamuyu AKP diye de okuyabilirsiniz)
Ayrıca 1920’li, 30’lu yıllardaki devlet geleneğindeki derslere sığınan iktidar, tıpkı o yıllardaki gibi yeni bir rejim inşası içinde. Bu inşada ise Kürt siyasal hareketi en önemli rakip ve düşman ilan edilmiş durumda. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Müzakere masasını devirmesinin ilk iki nedeni arasında Ortadoğu’da liderlik ve ülke içinde başkanlıkla simgelenen hegamonik rejim inşasını sekteye uğratan birincil güç olarak Kürtlere işaret edilmesi boşuna değildir.
Demografik yapıyı, sosyo-politik ve kültürel dokuyu egemen olana uygun olarak değiştirmeyi hedefleyen iskan ve imar politikalarının bir benzerinin hedeflendiğini düşündüren güncel birkaç tartışmayı da burada hemen tekrarlayalım:
1) Hâlihazırda sayıları henüz net bilinmese de 200 bin dolayında insan yerinden edilmiş durumda.
2) Yerinden edilenlere “terör yüzünde göçtüm” demesi halinde maddi kimi kazanımları olacağının ve dönme olanaklarının artacağının öğütlendiği ve hatta kimilerine kağıtlar imzalatıldığı, küçük miktarlarda para yardımları yapıldığı sıklıkla dile geliyor.
3) Sadece Sur’a getirilen 1500 dolayındaki korucuya işin sonunda Surda ev vaat edildiğine dair beyanlar;
4) Hükümete yakın medyada da çıkan ve hükümet yetkilileri tarafından da doğrulanan TOKİ eliyle kentlerin inşası planı;
5) Çoğu1990’larda köyünden göçertilenlerden oluşan tapusuz mülklere hazinenin el koyacağını düşündüren hazırlıklar ve kimi mülklerin satılmasına dönük teşvikler,
6) Ahıska Türklerinin “Öz yurtları” Bitlis’e yerleştirileceğine dair açıklamalar,
7) Suriyeli göçmenlerin buralara iskanına dair tartışmalar…
Bu son madde tartışmalı gibi görünse de “direniş yenilirse veya bastırılırsa” öncelikli uygulanacak madde olarak görülüyor. Bölge halkı Avrupa’nın yaşanan insani felakete sessiz kalmasının en önemli gerekçesi olarak da bu maddeyi gösteriyor. Avrupa’nın mülteci akınına uğramaktan duyduğu travmatik korkunun AKP tarafından oldukça işlevli bir biçimde kullanıldığı düşünülüyor.
Avrupa’nın “Suriyeli 4 milyon mülteciyi iskan ve istihdam etme” vaadi ile bağlandığı, Kürt hareketinin bastırılmasına dair iskan-imar dahil tüm şiddet politikalarına bu nedenle göz yumduğuna dair inanç oldukça yüksek. Ayrıca buralara yerleşmesi planlanan mülteciler ile Kürtler arasında oluşması muhtemel gerilimden de medet umulduğunu düşünenlerin sayısı da her geçen gün artıyor.
Bölgede silah sesleri eşliğinde neler olabileceğine dair yürütülen tartışmalar böyle olsa da hakikat şu ki; Son altı aydır ablukalar eşliğinde oldukça yıkıcı bir saldırıyla karşı karşıya olan kentlerde ölümler, katliamlar ve yerinden edilmelerle açılan yarılmalar Türkiye’deki sorunları derinleştiriyor, yeni çehreler kazandırıyor ve çatışma zeminlerini genişletiyor. (YG/HK)
* Fotoğraf: Şimal müldür - Silopi/AA