Önce vitrinleri yaptılar ve vitrinlerden de, şehirleri. Vitrin şehirleri. Vakti zamanında Nazım'ın dahi aklını çelen Paris'i böyle yarattılar; oysa Paris tutkunları, büyüden kör gözlerini aklın berraklığına açabilselerdi bir an, içinde delicesine kayboldukları şehrin kötücüllüğünden irkileceklerdi. Bu korkularını da ancak, 'ter'i bilen vicdanları meşrulaştırabilecekti.
Çünkü yeryüzünün en görkemli şehirleri, kendi tarihlerinin isyan karası bir dönemecinde, iktidarların eline düştüğü an tersyüz edilip, o vakitten sonra sadece 'avam'ı kontrol etmeyi kolaylaştıracak bir erk ve mülk ahlâksızlığıyla inşa edilmişti. Paris Komünü'nün efsununu parçalayanlar daha önce, bütün meydanların etrafını, kendi lehlerine olan bir stratejik hatlar zinciriyle çevirmiş, kalabalıkların örgütlenen dertlerinin haklı ve şiddetli çığlığını, menfaatlerinin mahpusuna kilitlemişti. Vitrin şehirlerde devrimin önü, parayla iktidarın korkunç ve küstah egemenliğiyle her geçen gün bir kere daha kesilmişti.
Buna 'kimlik', buna 'güzellik', buna 'estetik' dedi birileri. Çok kalabalık birileri! Kapitalizmin çarkını dilleriyle döndüren, orta sınıftan birileri...
"Kent hakkı"
1830 ve 1848 yıllarında şehirde yaşanan ayaklanmalarda halkı denetleyememeleri nedeniyle, vali Georges Eugene Haussmann'ın 'planıyla' kenti adeta yıkıp, yeniden kurdu iktidar sahipleri. Kontrol edemedikleri direnişleri başlatmış işçi sınıfına mensup insanları, şehrin merkezinden banliyölere sürdüler. Yoksulların uzaklaştırıldığı yerlere, Fransa ve Paris'i her anlamda temsil ettiğine inandıkları ideal yurttaşı yerleştirip, oluşturdukları vitrinleri, oluşturdukları insanlarla süslediler. Bir anlamda, 'vatandaş' denize rahatça girebilsin diye, 'halk'a plajları yasak ettiler.
Birçok tarihi bina da bu 'şehir planlamasıyla' yıkıldı. Kısmen bir başka projeden devşirilmiş, fakat Haussmann tarafından 'yetersiz' bulunmuş yeni kent planında şehre üstten bakıldığında kalabalıkların 'steril' biçimde görülebilmesinin önü açıldı.
David Harvey, Paris'i de kapitalist kentleşmenin önemli örneklerinden biri olarak gösterdiği, "Kent Hakkı" başlıklı makalesinde Engels'in şu sözüne yer verir: "Gerçekte, burjuvazi barınma sorununu kendi usulüne göre yalnız bir çözme yöntemine sahiptir -yani onu öyle bir şekilde çözer ki çözüm sürekli olarak sorunu yeniden üretir. Bu yönteme 'Haussmann' denir... Nedenler ne denli değişik olursa olsun sonuç hep aynıdır; rezil geçitler ve şeritler bu büyük başarıdan dolayı burjuvazinin savurgan kendini beğenmişliğinin eşliğinde yok olur ancak hemen başka bir yerde yine ortaya çıkarlar... Onları ilk anda üreten aynı ekonomik gereklilik onları bir sonraki yerde de üretir."
'Haussmann Darbesi'nden sonra Paris ve makbul Parisliler bu gerekliliğin bilincini bugüne dek hiç terk etmedi. Osmanlı İmparatorluğu'nun da İstanbul için 'biçilmiş kaftan' olarak gördüğü ama anlaşamadığı, 'Paris için kendi evini yıkan adam' Haussmann'ın hesaba katmadığı şey ise, banliyölere sürülmüş yoksul işçilerdi. Paris Komünü'nü kuran görkemli ayaklanma, büyük bir buhranla hapsoldukları köşelerinde kımıldanmaya başlamış o işçilerin isyanlarıyla kuvvetlendi: Çünkü, "her devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelir."1
"Kılıçla her şeyi yapabilirsiniz, ama üstüne oturamazsınız" diyen Napolyon son darbeyle ele geçirip 'üstüne oturmaya' çalıştığı ülkenin, en yenisi 23 yıl evvel bastırılmış isyanı henüz küllenmemiş başkentinde, sayıları çok geçmeden 200.000'i bulan proleterler için bu direniş, her türlü hakla birlikte aslında 'kent hakları'nı almanın bir mücadelesiydi. Haussmann da, o işçilerin kapısına dayanacakları düşmanlardan biri değil sadece, en önemlisiydi.
O Paris, 18 Mart 1871 günü yalnızca proletaryanın zaferini görmemiş, tarihin ilk işçi iktidarının da ilan edildiği şehir olarak, kendinden sonrasına kocaman bir umut, bir ilham vermişti.
Bize kalan
"İnsanın içinde yaşadığı dünyayı daha çok gönlüne göre yeniden yapmada en başarılı girişimidir. Ama eğer kent insanın yarattığı dünyaysa bundan böyle orada yaşamaya mahkûm olduğu dünyadır da. Böylece dolaylı yoldan ve görevinin doğasına dair hiçbir açık algısı olmadan kenti yaparak insan kendini yeniden yapmıştır."2
Bugün Paris, bir yandan Haussmann'ın hayaletinin hâlâ dolaştığı, "dünyanın en güzel şehri" olarak anılıyor. Burjuvazinin devasa bir vitrini olarak, 'insan ruhuna en yakın ideolojiye', kapitalizme sürekli göz kırpan şehirde, Paris Komünü'nü yaratmış olan işçilerin de hayaletlerinin dolaştığı ise, yine pek hesaba katılmıyor. Her yerde böyle olmuyor mu zaten?
Ama kentleriyle birlikte kendilerini de yeniden yapan insanlar, üzerinden 140 yıl ya da daha fazla zaman geçmiş de olsa, bir gün kendi kentlerini mutlaka geri alıyor. Bir gün mutlaka, haklı'hayalet' kazanıyor.
Bize de aynı heyecanla haykırmak kalıyor yalnız: "Vive la Commune de Paris!"(ED/EK)
____________________________________________
1. Friedrich Engels
2. Robert Park