Ildikó Enyedi’nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Beden ve Ruh”’u, Ankara Film Festivali’nde dolu bir salonda ve yazık ki en önden izledim. Son dakika biletinin yol açtığı katlanılmaz mesafesizliği, film, kendi mesafesiyle giderdi neyse ki.
Filmin rüya(laşmış) evreni orman ve gerçek evreni de bir şirket-mezbaha (“Mezbaha olmayan bir şirket var mı?” diye de sorulabilir). Ya da “beden”, mezbaha-mekanda temsil edilen gerçek-gündelik yaşamı, “ruh” da, enginliği, derinliği, dengesi içinde ormanda temsil edilen “rüya”yı imliyor. Gerçeklik, her ne kadar, bedenin ete indirgendiği bir düzlemde rutinin tekinsizliğine açılsa da, gözden kaçmaya meyilli, tedirginliği içinde küçük, ruhsal-insani anlara da tanık oluyoruz. Kesime gönderilen hayvanların gözlerine bakmayan bir işlevsellikle sürdürülen iş rutini içinde, standartlaşmanın hikayesiz bıraktığı çalışanlar...
Mevzuatın, ince eleyen sık dokuyan kalite standartları ve iki dirhem bir çekirdek ruhsuzlunun giderek genişleyen dünyasında, ruhsuz kurallara ve kuralların gayrı şahsiliğine teslim olan gündüz insanlarının dedikoduları, kaytarmaları ve kanunlar açısından kaos yaratmaya değer bir hırsızlığın açığa çıkardığı ön yargılar. Bakmadıkları yerleri yorumlayan şirket çalışanlarının, gerçek karşılaşmalara izin vermeyen, anlık çarpışmalarının beslediği ön yargılarla örgütledikleri mezbaha dünyaları... Ama yine de her bir kahramanın insani yanını açığa çıkaran dokunuşlar da var bu dünyada. Bunlar, güneşin doğuşuyla gözler önüne serilen, gerçek dünyanın bileşenleri. Ve bu dünyayı her gün yeniden üretenlerin sosyalliği de, “beden”in zorlayıcı belirlenimi ile sınırlı. “Elinleşmiş” (yabancılaşmış) dünyanın kalite standardı, yoksunluklarla belirlenmiş; kadın-erkek ilişkisinde aslan görünümlü kuzular, kadınlarla insani bir ilişkinin mümkünlüğüne dair inancını yitirenin bakışındaki vahşi ısrarda açığa çıkan açlık, etin politikasını anlatıyor bağırmadan. Bu aynı zamanda, doğaya, kadına ve hayvanlara “dayatan” eril bir dünya çünkü. Yine de, gündeliğin içinde tümüyle yitirilmeyeni sezdirecek, sağlam bir hikaye var karşımızda.
KünyeYön. - Sen: Ildikó Enyedi |
Film, bir ceylan ve bir geyiğin karşılaştığı, görkemli orman sahnesi ile açılıyor. Daha sonra bu karşılaşmanın şirketin finans müdürü Endre (Morcsányi Géza) ve kalite kontrol uzmanı Maria (Alexandra Borbély)’ nın ortak rüyaları olduğunu anlıyoruz. Henüz filmin başında ve tanışma yaşanmadan tanık olduğumuz bu sahne, aynı zamanda film boyunca sezdiğimiz, kaybedilenin anısı gibi.
Hikaye oldukça basit ve basitliği ölçüsünde de çarpıcı. Enyedi’nin rüya ve gerçek/ beden ve ruh ikiliğine çomak sokan, sıradan ve önemsiz görüneni öne çıkaran fısıltılı üslubu, hikayenin baştan sona boşluk bırakmayan bir serüvene dönüşmesini sağlıyor. Kesip, parçalayan ve ayıran bakışın gözden kaçırdığını, basit, küçük ve sıradan olanın bütüne olan katkısını ve bizim için kavranamaz olanın öğreticiliğini, büyük imge bombardımanına gönül indirmeden gerçekleştiren, özgün bir imza Enyedi’nin üslubu.
Finans müdürü Endre’nin (Morcsányi Géza) sakat kolunun, işlevsizliğinden kaynaklı katılığı, ilk yakın planda, kasap çengeli imgesini çağrıştırdı. Sakatlığının sebebini bilmesek de, geçmişte pek çok kadınla yaşadığı ilişki ve şimdiki yalnızlığı ile düşünüldüğünde, sol kolun katılaşmış formu, kalbinden ve ruhundan uzaklaşanların bedeli gibi duruyor. Endre’nin, kabullenmişlikten kaynaklı keskin ironisi, sosyalleşmenin büyük parantezi yemek sohbetlerinde açığa çıkıyor; insan kay(M)akları müdürü Jenö'ün (Zoltán Schneider) kadınlara dair iddiasından yansıyan zaaflarını tanımasından, iş başvurusunda bulunan Sanyi (Ervin Nagy)’i ters köşeye yatıran “iş ve hayat dersi” ile, Sanyi’nin, genç ve şişkin egosuna büyüteç tutan bakışından tanıyoruz, Endre’nin, kendi yorgunluk-tükenmişlik sarmalını.
Beden ve ruh ikiliğinin “normal”e ilişkin tanımlanmışlığı içinde, bedenin politikası, etin değişim değerini belirleyen yıkıcı bir ortaklığa işaret ediyor. Endre’nin yaşlanmışlığı ve “sakatlığı” ile Maria’nın gizlenme arzusu ve mevzuat-hijyen takıntısı, her ikisi için de “dokunul(a)mazlık” zırhı oluşturuyor. Kesime gönderilen hayvanların rutininden yansıyan zorlu bir belirlenim dünyasında, kişisel ve mahrem olanın da, boğazlanan hayvanların kanı gibi akıtıldığı, temizlendiği ve cinayet izlerinin hijyen kuralları içinde silindiği bir yaşam döngüsü, şirket yaşamının genelleşmiş ruhsuzluğunun resmini tamamlayan unsurlar. İnançsızlığı ve ironisi ile yalıttığı ruhunu tümüyle teslim etmeye, “takınılmış” kayıtsızlığı ile direnen Endre’nin bakışındaki ironi, bizi bu reel dünyaya içeriden bakmaya davet ediyor. Kabullenmişliğin ironisidir ona düşen.
Maria ise dokunma sorunu yaşayan, göz önünde olmaktan çekinen, kuralların sunduğu yalıtılmışlığa sığınmış bir tür hayat acemisi. Kuralları sınırlarına vardıran mantığı, Endre’yle farkında olmadan kurduğu rüya ortaklığı ile, bir öğrenme, tecrübe etme ve karşılaşma olanağının peşinden gitme kararlılığına dönüşüyor.
Öğrenme iradesini de sınırlarına kadar götüren Maria’nın, katı bir mantıkçı mı, yoksa şimdiye kadar farkına varmadığının peşinden giden bir radikal mi olduğu sorusuyla başbaşa kalıyoruz uzunca bir süre. Maria’nın yadırgatıcı doğrudanlığı yer yer güldürse de, onun neden böyle olduğuna dair bir ipucu vermemekte direniyor hikaye.
Duygusal açıdan çocuk kalmasının nedeni, standartlaşmış eğitimin kodladığı dünyada, gündeliğin tecrübe eksikliğinden kaynaklanmakta gibidir. Yine de, iki karakterin şimdiki hallerinin nedeni olarak değerlendirebileceğimiz bir hikayeleri yoktur ortada. Çengelde sallanan etlerin de bir tarihi olmadığı gibi. Şirketleşmiş bir dünyada şimdiki halleri ile çarparlar bize. İkili kodlarla rengini ve de ruhunu kaybetmiş bir evrende, normal olanla olmayana, sosyalle asosyale, gündüzle geceye bölünmüş aklımızın, algılamakta güçlük çekeceği bir durum içinde buluruz kendimizi. Filme bakışımız da, filmden yansıyan bakışlara dönüşür bir süre sonra. İkili karşıtlıklara ve neden-sonuç ilişkisine indirgenmiş kavrayışımız hazırda değildir yardıma koşmak için. Maria’nın ayağını küçük bir hareketle gölgenin çizgisine çektiği saklanma-görünmez olma anı ya da işçiler sigara molasındayken, tutsak edildiği yerin aralığından işçileri izleyen boğanın bakışı gibi, sürecin ayrıntılı dokusuna bakmaya davet edilmekten şaşkın ve tedirgin bir seyir tecrübesi ile konumumuzu yitiririz. Rasyonalizasyonun, ayrıtınlarda yaşayan niteliğe düşmanlığı (etlere mevzuat gereği B notu veren Maria’nın hatırlattığı gibi), kasap çengeline dönüşen ön yargılardan kurulu toplumsal ilişkiler ve ruhu sonsuza dek kovan, farklı olanı, adlandırmaya ve etiketlenmeye gelmeyeni, kesen, parçalayan, akıtan mezbaha dünya... Böylesi bir dünya, son tahlilde bir cep telefonu bile olmayan Maria’yı, sosyallik dışı-sosyal olmayan olarak görmekte sonuna dek haklıdır. Kendi rutini içindeki bakışın körleştiği bir dünyaya sosyal diyebiliyorsak eğer. Bir düşünmek lazımdır ayrıca, Maria cep telefonu alsa kiminle konuşacaktır onca yalnızlığı ve yalıtılmışlığı içinde.
Ormanın rüya evreninde ya da mezbahanın gerçeklik aleminde en çok bakışlar kaldı zihnimde: Geyiklerin, boğaların, insanların bakışları...
Beden ve Ruh’un, “şiirsel” bütüncül atmosferine hakim olan bakış, finans müdürü Endre’nin, ironik oradalığı ve kalite kontrol uzmanı Maria’nın yabancılaştırıcı müdahalesi aracılığı ile, bizi, bir mümküne yönlendirir gibidir.
Ruh ve bedenin bölündüğü kırılgan bir karşılaşmada, mutlu sona gitmek de zordur. Ve aslında hem mutlu, hem de son olan, tüketilmişliği içinde, fazla tanıdık bir bilinmeyen değil midir? Final bu açıdan nasıl yorumlanır? Kendi kaçışı ile yüzleşen Endre’nin, Maria’ya sesini ulaştırması radikal bir dönüştür. Reddedilme endişesinin yarattığı kibir görünümlü endişeden sıyrılıp, Maria’yı, yeni aldığı cep telefonundan araması, mezbahadan özgürleşmedir aynı zamanda.
Sonra olan nedir? Rüyanın gerçekleşmesi mi? Yitimi mi? Rüya gerçekleştiği zaman yitirilecek ve ayrı düştüğü gerçeklikle buluşacaktır, tıpkı ruhun bedenleşmesi gibi.
“Beden ve Ruh” rüya ve gerçek arasında bir öykü mü? Yoksa, ekolojisini yitirmiş, doğanın yabancısı ama toplumun da yabanılı olmuş, yurtsuz ruhların yurda dönüş hikayesi mi?
Görüntü yönetmeni Máté Herbai’nin eşsiz katkısını anmadan geçmek olmaz. Senaryonun ruhunu bedene kavuşturan yönetimi ile kolay unutulmayacak bir serüven yaşattı bizlere.
Filmde en çarpıcı (gerçekten çarpıyor) sahneler, hayvanların bakışlarının anlattığı hikayelerdi bana göre. İnsanın tekinsizliğini okudum o bakışlarda: tedirgin, kuşkulu, hayretler içinde ve doğanın geriletilmesinin yol açtığı yurtsuzlaşmışlığın dehşetini... (OY/HK)