Murat Düzgünoğlu’nun filminin adı, “Neden Tarkovski Olamıyorum”, henüz filmi izlememiş, hakkında hiçbir şey düşünmemişken bile, adından başlayarak duyanı, okuyanı sarsmayı başarıyor. Hele bu başlığın dile getirdiği türden bir derdi olmuşsa kişinin, daha da fena. Zor mesai. Hayatını ince ince yeniden gözden geçirmesi gerekebilir. Can sıkan, afallatan ama beklenmedik anda yenmiş bir tokat gibi insanı kendine de getiren bir tarafı var – hem filmin, hem başlığının. Her yaşta, her deneyim düzeyinde kadri bilinmeyebilir böylesi sanat yapıtlarının, çuvaldızı kendine batıran yaratıcı, parlak renkleri alabildiğine matlaştırırken derinden sorgulamaları göze alırken epeyce zorlu topraklara kırar direksiyonu. Kolayca gözden kaçabilir, ne de olsa olgunlaştıkça anlaşılır bazı şeyler, mesela insan, yeri gelir, başta içerlediği, kendisine tokat atmış, açıksözlü olduğu oranda, sevgi dolu ustasına teşekkür eder günün birinde.
Filmi izledikten sonra da bir bocalama, sorgulama devam edecektir eminiz kimileri için. Filmin bazı zaaflarını kanıt göstererek tartıştığı meseleden uzaklaşmak isteyenler çıkabilir ama yine de en azından hayatının bir döneminde yönetmenin mesele ettiği etik-ilkesel-yaratımsal düzeydeki o samimiyet sorgulamasını hasıraltı ederek geçip gidemez kimse. Böylesi sorgulamalar da yüzeysellik kaldırmaz pek. İster istemez derinleştirir insanı, hatta hiç niyeti olmayanları bile durup düşünmeye sevk eder. Gözlerimizi kapasak da, yorganın altına saklansak da Tarkovski’nin sözleri kahramanın duvarından hepimize seslenmeye devam edecektir: “İlkelerine bir kez ihanet eden insan, hayatla olan saf ilişkisini yitirir.”
Her şey bir yana, adıyla yarattığı aura’yı içeriğiyle de olabildiğince derinleştirmiş, en azından bu uğurda gözünü karartmış bir film “Neden Tarkovski Olamıyorum”. Böylesi, damardan otobiyografik unsurlar da taşıyan sorgulamalara ne çok ihtiyaç var. Kendine hayran yaratıcının tersyüz edilmiş hali. Sadece bunu bize yansıtma cesareti gösterdiği için bile kutlanmalı Murat Düzgünoğlu. Sinematografik yanlarını, senaryo, kurgu işçiliklerini eleştirmeyi, filmin öyküsüne (ana öyküyü destekleyen pek çok yan öyküyle birlikte ele alındığında bir bakıma yakın dönem karanlık-vaatsiz-içinden çıkılmaz halimizin antolojisi) odaklanmayı sinema eleştirmenlerine bırakıp, özellikle başroldeki Tansu Biçer’in oyunculuğunu hayranlıkla izlediğimizi ve diyalogların sahiciliğine şapka çıkardığımızı belirtelim örneğin. Menderes Samancılar’da vücut bulan o muazzam yazar karakteri ise hem bu filmin şefkatle tokat atan ustası, hem de yakın edebiyat tarihimizin gözden kaçmış sayfalarından birinde okunmadan geçilmiş iç burkan bir hikâye.
“Neden Tarkovski Olamıyorum”, pek de göz dikilmemiş bir “olamayış” halini sorunsallaştırırken hem çevresinde bir dostluk halesi örüyor hem de kuşaklararası bir aktarımla solmadan parlayan “mutlu mağluplar” külliyatını derinleştiriyor. Film boyunca, her şey bir yana iyi kalpliliğinden hiç ödün vermeyen Bahadır’ın, hayalini kurduğu ve senaryosunu kılı kırk yararak kaleme aldığı “Issız” adlı ilk filmini (para kazanmak için çektiği televizyon filmleri dışında) çekmeye çalışırken yaşadıklarını izliyoruz. Bu uğurda çaldığı bütün kapılar tek tek yüzüne kapanırken; doğalgaz kesilmiş, tüpgaz bitmiş, mutfak tam takırken; ıssızlıktan minik adımlarla, çaresizce küçük tavizler vere vere çıkıp mecburen piyasa batağına saplanan ama bir türlü tam anlamıyla da karşı kıyıya geçemeyen, arada kalmış Bahadır’ın aynasında yönetmenin kendine korkusuzca, acımasızca, dik dik bakışını yakalıyoruz. Kimbilir hayatından geçip gitmiş, onunla yürümeye devam eden nice dost, usta, yoldaş, sevgiliyle birlikte biz de onun koluna girerek çıkıyoruz sinema salonundan. (PÖ/EKN)