Mezopotamya’nın uygarlıkları emziren toprağına geçerken Halfeti (Xelfetî) bir fısıltı gibi çarpar kulağınıza adeta. Bir an kulaklarınızı bu fısıltıya verdiğinizde, gözlerinize mavisini nakşeden Fırat’ın sesinde bulursunuz kendinizi. Çağlaya çağlaya dehlizler çizen Fırat, kendine çeker sizi. Öyle ki yaklaşıp da serinliğinden içtiğiniz anda dile gelen mavilik, yol verir size, aynasında suyun. İşte bu yol, adına saklı cennet denilen Halfeti’ye çıkar.
Yol boyunca hasadı alınmış fıstık ağaçlarının hafifleyen dallarının rüzgârda dansını izlersiniz heyecanla. Kıraç topraklardan başlarını çıkarıp gelenleri selamlayan büyükçe kayaların yalnızlığına şahit olursunuz hüzünle. Biraz sonra bunları aşıp da sırtı yeşil topraklar gördüğünüzde saklı cennet yakındır artık. Çünkü köylerden geçersiniz, yemyeşil büyük köyler. Bazısı bir tepeliğin etrafına bir gerdan gibi düzülmüştür. Geceleri ışıkları yanınca evlerin, kim bilir ne kadar da güzel oluyordur bu gerdan, bu tepelerin boynunda!
Saklı bir cennet adeta
Ve nihayet bir şehir çıkar karşınıza... Kadim topraklarda modern yapılar, toplu konutlar, insan kalabalıkları… Fırat’sız bir şehir… Burası kulağınıza fısıldanan şehir değildir. Çünkü saklı cennete giderken ilk önce Yeni Halfeti’ye uğrarsınız. Tabii merak edersiniz: Acaba Yeni Halfeti’nin konuşmalarında bir hayıflanma hissedilen bu insanlarının cennetlerinden kovulmasının nedeni nedir? Yoksa bu insanlar, yasak meyveyi yiyip de cennetten kovulan yüz yılımızın Ademleri ve Havvaları mıydı?
Kafanızda sorularla, gözlerinizde hüzünle geçersiniz buradan. Biraz sonra bir tepeden kıvrıla kıvrıla inerken, maviliğe kendini vermiş bir şehir çıkar karşınıza. İşte burası Eski Halfeti’dir. Saklı cennet… Belki de kaybedilen cennet… Durur öylece bakakalırsınız burada. Eski Halfeti’nin güz sarısı evlerine ve masmavi Fırat’ına… Öyle güzel bir tablodur ki bu, bir şehri suda yıkanır sanırsınız. Utanır diye sizden hemen yaklaşamazsınız bu güzele. Ama insanı çeken bir cazibesi vardır bu şehrin. Dayanamayıp da kendinizi bu şehrin cazibesine bırakırsınız sabırsızlıkla. Kıyısına vardığınızda Fırat’ın, saçlarını suda yıkarken de görebilirsiniz Eski Halfeti’yi. Belki de bu şehir, yitirdiklerini arıyordur Fırat’ın serin sularında kim bilir?!…
Ermeni Ustaların evleri
Şehri gezerken hüzün de düşer payınıza. Çünkü tarihi taş evlerin sarısında yaşanan bir güz mevsimidir Halfeti. Cumbalı evlerin düz damlarında geceleri yıldızların avuçlarda kalabalıklaşmasına rağmen yaşanan yalnızlıktır Halfeti. Öyle ki Ahmet amca “Ah çocuğum, bir zamanlar ne güzeldi buralar bir görseydin! Çeşit çeşit meyveler vardı bahçelerimizde. Elini uzatırdın, meyveler dolardı avuçlarına. Cennetti buralar cennet…” diyordu titreyen bir sesle. Bu insanlar ki bir zamanlar bu cennetin üretenleri iken şimdilerde kimi şehirlerde yabancılaşmanın acısını yaşıyor, kimi de bağdaş kurmuş kaybettiklerinin hesabını yapıyor.
Karşıdan bakılınca Eski Halfeti, sarı evleriyle adeta gülümser size. Sahil boyunca büyük palmiyeler, dubalar üzerinde kurulmuş restorantlar, bir kısmı suya gömülmüş tarihi Halfeti Merkez Camii… Ve Halfeti’nin yapımında Ermeni taş ustalarının da el izleri olan evleri… Öyle yapılmış ki burada evler, dağın yamacına dizilerek hiçbiri diğerinin görüş açısını kapatmıyor. Bu şehir öyle güzel ki, adeta kendini suda seyredecek bir şekilde kurulmuş. Zaten Fırat’ın berrak suyunda yansımalar da adeta ayna netliğinde.
Sular altında geçmişin kendisi
Halfeti’ye gelindiğinde tekneyle gezmeden olmaz. Çünkü birçok ayrıntıyı tekneyle gezerken görebilirsiniz. Tekne suda akarken suyla dolmuş vadinin sağında solunda tarihi mağaralar çarpar gözünüze. Elbette her birinin ayrı bir hikayesi, efsanesi vardır. Siz bu mağaraların içlerini ve efsaneleri merak ederken Rumkale’ye varmış olursunuz. Öyle bir falezin üzerine yapılmış ki kim bilir ne zor olmuş farklı uygarlıklar tarafından zapt edilmesi. Yine de birçok kuşatma ve işgali yaşamış bu kaleye Yunanlar, Süryaniler, Araplar, Bizans ve de Osmanlılar farklı bir adlar vermiş. Ta ki bugün Rumkale adını alana kadar…
Rumkale’yi gezdikçe büyük taş duvarlar size nice efsaneler fısıldayacaktır her uygarlıktan. Rumkale, tarih öncesi ve sonrası o kadar çok anlatıda var ki bugün hâlâ Hristiyanlığın kutsal mekanları arasındadır. Çünkü Hazreti İsa’nın havarilerinden Jhannes’in Rumkale’de yaşadığı yıllarda kayadan oyma bir odada İncil’in nüshalarını çoğalttığı rivayet edilir.
Rumkale’yi geride bıraktıktan sonra Savaşanlar (Beresül) köyü çıkar karşınıza. Köyün aşağı kısımları tamamen sular altında... Fırat’ın derinliğine iyice bakıldığında suyun derinliklerine batmış evlerin damları görünmede. Ve yine yarısına kadar suya gömülü bir minare ne çok şey anlatmada… Peki beraberinde nice yaşantıyı ve de güzelliği Fırat’ın derinliklerine götüren evlerin anlattıkları? Suların dibinde şimdi bu evlerde acaba geçmiş zaman anlatılarında çokça geçen denizkızları (pîrhebok) mı yaşıyor? Yoksa suda yıkanıp da güzellikleriyle erkekleri kendine çekip onları suyun derinliklerine götürüp yok eden denizkızları, bütün bu köyü kendine aşık edip de suların derinliklerine götürdü?
Kentin masalları, siyah gülleri
Siz bu düşünceler girdabındayken tekneniz kıyıya yanaşır ve egzotik bir çardağa davet edilirsiniz. İsteyenler burada közde çay içebiliyor Fırat’ın serinliğini duya duya ve suya batmış köyün terk edilmişliğini hissede hissede… Zamanınız varsa köyün terk edilmiş dar sokaklarına da dalabilirsiniz. Yamaca kurulmuş taş evler, duvara oyulmuş pencereler, damları yan yana dizilmiş kütüklerle kapatılmış yapılar ve nar bahçeleri… Eğer mevsim hazansa her ağaçta çatlamış kabuğuyla kırmızı narlar bulursunuz… Tam da mevsimi, alıp yemeli dersiniz; ama buradan giden insanlar adeta o narların tadını da götürmüşler. Çünkü büyük büyük narların hiçbirinde tat bulamazsınız.
Her şeye rağmen orada bugün de yaşayan insanların anlatıları, Halfeti’nin gerçekten masal kenti olduğunu gösteriyor. Mehmet Amca’nın Rumkale’de geçen hikayesinde de bunu anlarsınız. Hikayeyi Mehmet Amca naklediyor: “Rivayet edilir ki Rumkale beyinin Nergis adında bir oğlu varmış. Nergis o kadar güzelmiş ki onu gören tüm kızlar ona aşık olurlarmış. Ne var ki aşklarına karşılık görmeyen kızlar buna dayanamayıp intihar ederlermiş. Fakat Nergis buna anlam veremezmiş. Ta ki bir gün kaleye düşmanlar saldırana kadar. Kale beyi, oğlunu korumak ve kaçırmak için kalede bulunan su kuyusuna götürmüş. O anda kuyu suyu o kadar berrakmış ki Nergis suyun aksinde kendini görüyor ve kendine aşık oluyor. Tam suyun aksinde aşık olduğu görüntüye ulaşmak isterken suda boğuluyor ve orada bir çiçek açıyor. Adına da ‘Nergis’ deniyor. İşte bu yüzden dünyanın hiçbir yerindeki nergisler Halfeti’de koktuğu kadar güzel kokmazmış.”
Nergis’in hikayesini dinlerken büyük bölümü Birecik Barajı’nın suları altında kalan Halfeti gelir aklınıza. Düşünür durursunuz o an, acaba bu saklı cennet, evleri Fırat’ı görecek biçimde üst üste yapılmış bu şehir, kendi aksini suda görüp o yüzden mi sular altında kaldı? Öyle ki bu saklı cennet, tarihi ve doğa güzelliklerinin yanında durmadan hüznünü anlatıyor insana. O yüzden olsa gerek ki her yerde kırmızı açan güller burada siyah açıyor. Adına da siyah gül deniyor.
Halfeti’nin değeri bilinmeli
Cittaslow Uluslararası Koordinasyon Komitesince 2013 yılında "Sakin şehir" olarak kabul edilen Halfeti, bunca güzelliğine rağmen hakkettiği yerde değil. Bu nedenle “Sakin ama sahipsiz şehir” tanımlamasını da duymak mümkün. Oysa kültür turizmi ve su sporlarının merkezi olacağından dem vuruluyordu. Bunların gerçekleştirilmesi bir yana, Halfeti’nin doğal mimari görüntüsünü bozacak şekilde şehrin tepesine hotel yapıldı. Dolayısıyla Urfa’nın (Riha) bu güzel ilçesi için daha fazla duyarlılığa ihtiyaç var.
Buna rağmen masmavi suyuyla, yöresel yemekleriyle, dünyada sadece burada yetişen siyah gülüyle, Rumkale’siyle, tarihi evleriyle, efsaneleriyle ve de ticari bir anlayışla hareket etmeyen insanlarıyla Halfeti daha çok tanınmak istiyor. Kendine aşık bu şehir; görülmek, okşanmak, sevilmek istiyor. (İG/AS)