Neoliberal kapitalizmin büyütüp derinleştirdiği çelişkilerin sonucu dünyada –ve Türkiye’de- gerici faşist eğilimler güç kazanıp ‘umulmadık’ sonuçlar aldıkça, kendisini solda gören kimi kesimler içinde de bu kez ‘seçkinci’ eğilimler güç kazanıyor.
Cehaleti ve banalliği gıdıklayarak güç toplayan birincilerdeki bilgiye ve entelektüel birikim sahibi olmaya düşmanlığın bir benzeri, bu kampta da bu kez yer yer ‘halk’ düşmanlığı boyutuna varabilen bir üstencilik olarak çıkıyor karşımıza. “Benim oyum dağdaki çobanla nasıl bir olabilir” sorgulaması ya da “göbeğini kaşıyan adam”, “bidon kafalı” aşağılamaları bu türün bilinen en ünlü mottoları.
Bu elitizmin daha ince varyasyonunu ise, çok farklı ve o kadar da derinlerde yatmayan sosyo-ekonomik ve tarihsel etkenlerin sonuçlarını “okumuş modern kıyı şeridiyle- cahil taşra” ikilemi ekseninde açıkladığını zannetmek oluşturuyor. Bu ülkenin kelaynak kuşları kadar azalmış sayılı namuslu kalemleri bile ABD seçimlerinde Trump’ın Clinton’ı tuş etmesini, “Okumamışın okumuştan, taşranın şehirden intikamı” olarak yorumlayabiliyor!!!
Bu sadece karşılaşılan ‘umulmadık’ sonuçlar karşısında duyulan öfkeden kaynaklı bir kendini kaybetme hali değil; karşılaştığımız ‘felaketlere’ karşın alıştığımız düşünce ve davranış kalıplarını sorgulamayı dahi düşünemeyen bir konformizmin yansıması. Toplumsal-siyasal süreçlerdeki değişmeleri hala neoliberalizmin ideolojik hegemonyası altında şekillenmiş ölçülerle anlamlandırmaya çalışıp da kendimize bile açıklayamıyor olmaktan ileri gelen bir çaresizlik ve düşünsel sıkışmanın dışavurumu.
Bu elitist tez ve iddialar gerçeklerle de örtüşmüyor ayrıca. Bir araştırmaya göre Trump’ın yüksek öğrenim görmüş beyaz Amerikalılar arasındaki desteği yüzde 67. Yani seçimlerde aldığı oy oranının (yüzde 25,5) neredeyse 3 katı. Keza Fransa’da Marine Le Pen’in başkanı olduğu ırkçı Ulusal Cephe’nin, Almanya’da Afp’nin omurgasını oluşturan kadroların çoğunluğu yine 35 yaş civarı eğitimli ‘beyaz yakalılar’. İyi eğitim görmüş üst orta sınıf mensupları, bu ırkçı partilerin tabandaki destekçileri içinde de belirgin bir yer ve ağırlığa sahipler.
Zaten günümüzde faşizmle arasındaki sınırlar iyice belirsizleşip silinen milliyetçiliğin ‘kalelerini’, kapitalizmin doğuş ve serbest rekabet dönemlerinden farklı olarak artık kentler, köylülük değil kentli sınıflar oluşturuyor. Bu gerçeğin ayırdına varmak için Türkiye’nin ‘kıyıları’na bakmak bile yeterli…
Sonuç olarak, ucu kolaylıkla “bu halk adam olmaz” nihilizmine açılan bu tür afaki sosyolojik “açıklama”lardan uzak durmak gerekiyor. AKP’nin yıllardan beri girdiği her seçimi kazanmasını da buna benzer gerekçelere bağlayan bu zihniyet ve alışkanlığın, gözümüzün önündeki gerçekleri açıklayıcı olmadığı gibi –politik hasımlarımızın eline verdiği yeni kozlar sayesinde- o tepki duyduğumuz sonuçların kronikleşmesine nasıl katkıda bulunduğunu son örnek olarak ABD seçimleri göstermiş olmalı.
Trump’ın kazanmasını, “ifade özürlü bir öfke olabilir ama yine de (neoliberalizme ve onun sonuçlarına duyulan -nba) öfke” ile açıklayan ve Trump’ı “neoliberal kapitalizm virüsünün yan etkisi” olarak tanımlayan John Steppling’in şu söyledikleri üzerine biraz durup düşünmeliyiz:
“Demokratlar hem aptal hem de küstahtılar. Amerikan tarihindeki en kötü adaylardan biriyle, en berbat kampanyayı yürüttüler. Kısacası sorun, cinsiyetçilik ya da ırkçılık değil, statükoya duyulan öfkedir. İfade özürlü bir öfke olabilir ama yine de öfkedir. (…) Seçimin sonucu beyaz liberal sınıfın miyopik kişisel çıkarcılığı ve bencil elitizmine de bir tepkiydi. 45 yaşın üstündeki kadınlar Trump’a oy verdi. Ohio, Michigan, Iowa, Pennsylvania ve Florida, ki hepsi Obama’nın kaleleriydi, Trump’a oy verdi. Çoğunluğu işsiz olan beyaz işçi sınıfı neoliberal ekonomik politikalar ve TPP, TTİP gibi ticaret anlaşmaları ve NAFTA, Bill Clinton tarafından imzalandığını hatırlayalım, nedeniyle büyük bir darbe yemişti. Demokratların ABD’nin beyaz artıklarının ıstırabına karşı açık kayıtsızlığı, Hillary’nin züppe destekçilerinin diğer adaylara oy verecek seçmenlere çamur atan, aşağılayan tavrı sonunda geri tepti. Öyle umursamazdılar ki kendi ayrıcalıklarını desteklemeyen insanlar olduğuna inanamıyorlardı. Ehvenişer mantığı giderek farklı kanıya sahip olan herkesi suçlayan bir tahammülsüzlüğe dönüşmüştü..”
Ne kadar ‘tanıdık’ bir manzara ve ne kadar ‘bildik’ bir sonuç, öyle değil mi? (SA/EKN)