Ken Loach (1936), işçi sınıfının hikâyelerini sinemaya taşıyan, toplumsal eleştirileriyle tanınan İngiliz yönetmen ve senarist. Oxford’da hukuk okuduktan sonra tiyatro ve televizyonla başlayan kariyerinde, BBC’nin "Wednesday Play" dizisinde çektiği toplumsal içeriklerle dikkat çekti; 1960’lardan bu yana işçi sınıfının gündelik hayatını, sıkışmışlığını ve direncini beyazperdeye taşıyan filmlerin yönetmenliğini yaptı.
Filmlerinde kahramanlar hayatta kalmaya çalışan emekçiler, güvencesiz yaşama sıkıştırılan insanlarından oluşur.
"Kes" (1969), sistemin dışına itilmiş bir çocuğun daraltılmış hayatını, tek dostu olan bir kerkenez kuşuyla kurduğu bağ üzerinden anlatırken; onun okulda ve evde maruz kaldığı baskılarla umutsuzluğunun nasıl derinleştiğini ve toplumun geleceği olarak görülen çocukların dahi sınıfsal bariyerlere çarpıp kaybolduğunu etkileyici bir biçimde gösterir.
"Riff-Raff" (1991) “Ayaktakımı” filminde ise Londra’daki Thatcher sonrası dönemde sendikasızlaştırılmış, parçalanmış işçi sınıfının hayatını anlatırken iş kazaları, barınma sorunları ve iş güvencesizliği gibi neoliberal politikaların bedelini en ağır şekilde ödemeye mecbur bırakılan işçilerin gündelik hayat mücadelelerini anlatır.
Benzer şekilde 2016 yılında "I, Daniel Blake" (2016) “Ben, Daniel Blake” filmi ile de sosyal devletin iliklerine kadar aşındırıldığı bir çağın tanıklığından seslenir izleyicisine. Filmin kahramanı Daniel, kalp rahatsızlığı nedeniyle çalışamaz durumda olduğu için devlet desteğine ihtiyaç duyar. Ancak işsizlik yardımı sürecinde maruz kaldığı insan onurunu zedeleyen muameleler, sistemin bireyi üretim kapasitesi üzerinden tanımlamasını gözler önüne serer.
Film, kapitalist düzenin insana duyulan saygıyı yok sayarak yaşamı yalnızca ekonomik faydaya indirgediğini; varoluşu dahi piyasa mantığıyla, alınır-satılır bir değer olarak kavradığını çarpıcı biçimde ortaya koyar. Film, Cannes’da Altın Palmiye kazanmasının yanı sıra, İngiltere toplumunda hemen herkesin ya doğrudan deneyimlediği ya da tanık olduğu bir hikâyeyi ele alması itibariyle de önemlidir.
Loach, yarım yüzyılı aşan kariyerinde 25’ten fazla uzun metraj filme imza atarak kapitalizmin görünmez kıldığı ve değersizleştirdiği hayatları sinema diliyle görünür kıldı. Sinemayı toplumsal mücadele alanı olarak gören yönetmen, 2023’te Cannes’da gösterilen "The Old Oak / Umudunu Kaybetme” ile göçmenlik ve toplumsal dayanışma temalarını merkezine alan son filmini sundu ve bu eserle birlikte sinemaya resmen veda ettiğini duyurdu.
2019 yapımı" Sorry We Missed You / Üzgünüz, Size Ulaşamadık" ise günümüz neoliberal kapitalizminin en yaygın ve en görünmez yüzlerinden olan gig ekonomisini odağına alır. Film, ekonomik güvencesizliği anlatırken, aynı zamanda patriyarka ile neoliberalizmin ittifakını ve kadınların görünmeyen emeğini sahneye taşır.
Üzgünüz, Size Ulaşamadık

"Üzgünüz, Size Ulaşamadık" (2019), “kendi işinin patronu ol” sloganının ardındaki derin sömürüyü, bir ailenin gündelik yaşamı üzerinden ele alır. Film, güvencesizlik ve borç sarmalının işçi sınıfını nasıl ezdiğini gözler önüne serer. Ricky, direksiyon başında her gün zamanla yarışırken tükenir; Abby, yaşlı ve hasta insanlara bakım verirken kendi çocuklarını ihmal etmek zorunda kalır. Çocuklar ise bu eksikliğin ve ihmalin içinde büyür.
Evin kirası, faturalar, temel gıda harcamalarını dahi yetiştirmekte güçlük çekerken öte taraftan Ricky 21. yüz yıl İngiltere’sinde günde 14 saat çalışır ve ek mesai, izin, öğle tatili gibi en temel insani haklarını bile alamaz. Loch burada bu sömürünün ardındaki meselenin bireysel tercihler ya da kişisel yetersizlik olmadığını; sorunun, emeği, zamanı ve sevgiyi aynı anda sömüren ve evin içine kadar sızan kapitalist, neoliberal sistem olduğunu gösterir.
Birey üzerindeki bu baskıların bir diğer boyutu, son yıllarda hızla yayılan kişisel gelişim ve terapi jargonunda görünür; bu söylem, bireyi yapısal eşitsizliklerden koparıp yalnızca kendi çabasıyla baş başa bırakır. “Sen değiş, dünyan değişir” aldatmacası çok yönlü gerçeklerin üstünü örtmeye hizmet ederek neoliberal bireysel kurtuluş söylemini, yaşanan sıkıntıları yapısal eşitsizliklerin sonucu olarak değil, bireyin kişiliğinde, motivasyonunda ya da yeterince “çalışmamasında” bulur. Bu dil, Loach’un sinemasal dil ile ifade ettiği sınıfsal sömürünün üzerini örter.
Dahası, sistem işçilerin sırtına aslında onlarla hiçbir ilgisi olmayan suçluluk ve yetersizlik duygularını da yükler; oysa asıl suçluluk duyması gerekenler, onların emeği üzerinden sefa süren ve bunu hayır-hasenat gösterileriyle örtmeye çalışanlardır. Yani sistem, hem emeği disipline eder hem de bireye “sen yetersizsin, sorun sende” diyerek içsel bir gözetim kurar. Böylelikle de dışsal baskıyı, içsel özdenetimle pekiştirerek, sömürüye duygusal ve ahlaki bir boyut da kazandırır.
Bu bağlamda "Üzgünüz, Size Ulaşamadık", günümüz kapitalizminin aldığı yeni biçimi sorgular. Ricky ve Abby’nin hikâyesi, küresel ölçekte yaygınlaşan “gig ekonomisinin” insan hayatını nasıl sömürücü, değersizleştirici ve köleleştirici bir düzene mahkûm ettiğini göstermesi açısından oldukça değerli bir yerde duruyor.
Gig Ekonomisi'ne nasıl gelindi?

“Gig” kavramı müzik dünyasından gelir. Müzisyenlerin kısa süreli sahne işlerini tanımlamak için kullanılırdı. Bugün ise yemek dağıtımından ev bakımına, Uber sürücülüğünden temizlik işlerine kadar bütün “parça başı” işlerin düzenini tarif eder.
Güvencesiz yaşamları normalleştiren bu düzenin kökleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan görece güvenceli çalışma sisteminin çözülmeye başladığı1970’lere uzanır; petrol krizinin yarattığı ekonomik daralma, kâr oranlarındaki düşüş ve buna karşı geliştirilen neo-liberal politikalar (özelleştirme ve sendikasızlaştırma) bu çözülmenin temel nedenleri arasında gösterilebilir. Burada amacın, insanı, yaşamı ve emeği korumak olmadığı sermayeyi hayatta tutmak olduğu açıktır.
Bunun bedeli ise güvencesizlik, borç, parçalanmış yaşamlar ve bugün “gig ekonomisi” adıyla parlatılan sömürü düzeni içinde, haklarına erişemeyen ve giderek büyüyen ‘kendi işinin patronu’ kişilere ödetildi.
Bu düzen sanıldığının aksine sadece mavi yakalı işçileri değil, beyaz yakalı ve eğitimli emekçileri de kapsıyor. Çevirmenler, gazeteciler, yazılımcılar, tasarımcılar hepsi “bağımsız” denilerek parça başı işlere mahkûm ediliyor ve güvencesizlik giderek evrensel bir emek sömürü düzenine dönüşüyor.
Savaş sonrası dönemde emeğin daha istikrarlı olduğu, güçlü sendikaların ve toplu sözleşmelerin işçi sınıfına belli bir koruma sağladığı bir çerçeve varken, 1980’lerle birlikte Thatcher ve Reagan gibi liderlerin öncülük ettiği neoliberal dönüşüm, bu zemini hızla aşındırdı.
Özelleştirme, taşeronlaştırma ve “esnek çalışma” politikalarıyla birlikte iş güvencesi sistematik biçimde ortadan kaldırılarak sendikalar dağıtıldı, kolektif kimlik zayıflatıldı. David Harvey’in (2005) vurguladığı gibi neoliberalizm toplumsal ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesi ile birlikte birey, artık kolektifin parçası olmaktan çıkmış, kendi başına ayakta kalmak zorunda bırakılan bir girişimci figürüne dönüştürülmüştür.
Böylelikle dayanışma ağlarının çözülmesi, kolektif hak mücadelelerinin zayıflaması ve emeğin piyasa mantığına daha da bağımlı hale gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Neoliberal özne, artık sürekli “kendine yatırım yapmak” zorunda olan, başarı ve başarısızlığının sorumluluğunu tamamen bireysel düzeyde taşıyan bir girişimciye indirgenmiştir. Bu dönüşüm, güvencesizliği normalleştirirken aynı zamanda yapısal eşitsizlikleri bireysel başarısızlık gibi göstererek meşrulaştırmaya devam etmektedir.
2000’lerle birlikte bu dönüşüm, dijitalleşmenin ivmesiyle “platform kapitalizmi”ne taşındı. Sanayi kapitalizminde pazarlar mal ve hizmetlerin değiş tokuş alanıyken, bu kez algoritmalar tarafından yönetilen küresel hizmet ağları aynı işlevi üstlendi.
Emeğin görünmez olduğu bu düzende çalışanlar artık “işçi” değil, “partner”, “bağımsız danışman” ya da “girişimci” olarak adlandırılmaya başlandı.
Guy Standing’in (2011) “prekarya” kavramıyla tanımladığı yeni toplumsal sınıf, güvencesizlik, belirsizlik ve örgütsüzlük içinde yaşayan milyonlarca insandan oluştu. “Kendi patronun ol” söylemi ise, borç ve sömürü zincirini maskeleyen en güçlü ideolojik aygıtlardan biri haline geldi.
Türkiye’de de süreç çok sert yaşandı demek abartı olmaz. 2000’lerden itibaren hızlanan neoliberal politikalar, taşeron çalışmayı olağan hale getirdi, sendikal örgütlenmeyi zayıflattı ve güvencesiz istihdamı yaygınlaştırdı. Bugün yemek ve market dağıtım platformları, motosikletli kuryelik, temizlik ve bakım hizmetleri, hatta dijital serbest işler gig ekonomisinin en görünür alanlarıdır. Resmî kayıtlarda “esnaf kurye” ya da “bağımsız girişimci” olarak tanımlanan binlerce emekçi, gerçekte hiçbir sosyal güvenceye sahip değildir. Çalışma saatleri belirsiz, gelirleri düzensiz, hak arama mekanizmaları ise oldukça karmaşık ve zordur.
Nezih dilin manipülatifliği
Kullanılan dil gerçekliğin kurucu unsurlarının başında gelir. Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ta şirket jargonunun yumuşak ve steril sözcükleri, işçilerin deneyimlediği çıplak sömürüyü perdelemek için araçsallaştırılır. İşçi artık “partner” ya da “bağımsız yüklenici”dir ya da maaş “ücret”e, vardiya “mevcudiyet”e, ceza ise “yaptırım”a dönüşür.
Bu semantik kaymalar oldukça bilinçli, üzerine düşünülmüş ve dolayısı ile de sömürünün taşıyıcısıdır. İktidar, zor kullanmadan, kelimeler aracılığıyla rızayı üretir ve hegemonya bu rıza dili ile manipülasyonun en derinini gerçekleştirir.
Bu manipülasyon sonrasında yitip giden hayatlarla, yalan hayallerle, sömürülen yaşamlarla ve kopan topluluk bağları ile örtüsüz şiddetin yerini alır.
Ricky’ye kimse “kölesin” demez mesela; bunun yerine “kendi işinin patronu” olduğu söylenir. Abby’ye “çocuklarını ihmal edeceksin” denmez; bunun yerine işi “hizmet” ve “fedakârlık” gibi ahlaki kavramlarla yüceltilir. Böylece iktidar bireylerin fiziki durumlarını disipline etmekle kalmaz, benliğini, ahlakını ve değerlerini de yeniden biçimlendirirken modern zaman işçisi kendi varlık sömürüsünü özgürlük olarak içselleştirmeye zorlanır.
Bu bağlamda, Loach’un sinemasal dili, Orwell’in 1984’ündeki “Newspeak” kavramını çağrıştırır. Sözcükler daraldıkça, düşüncenin sınırları da daralır.
Örneğin, “mevcudiyet” sözcüğü vardiya gerçeğini yumuşatırken en hayati durumlarda dahi izin almasına müsaade edilmez; “onboard” işe alım sürecini kurumsal bir oyuna çevirir gibi gösterse de tüm varlığı ile borca batırılan ‘oyuncu’ ‘oyun’dan kendi rızası ile çıkamaz. Kurulan manipülatif neoliberal dil, gerçeği görünmez kılarak itirazı da imkânsızlaştırır.
Özgürlük adı altında modern serflik
Neoliberal düzen, yaşamın damarlarına/köklerine kadar sızarak bütün ilişkileri yeniden kurar. Bir zamanlar ortak olan riskler artık tek tek bireylerin omuzlarına yüklenir. Hak, toplumsal bir kazanım olmaktan çıkar, kişisel “fırsat”a ve “çaba”ya indirgenir; dayanışma yerini rekabetçi “network”lere bırakır; vatandaşlık ise girişimcilik kisvesi altında yeniden tanımlanarak yeni vize türlerine, üretime odaklanarak şekillenir.
Bu dönüşüm, sorumluluğu sistemin zorbalığına, sermayenin en vahşi şekilde yaşamı sömürmesinin ahlaki sorumluluğunu üstlenmeme durumuna odaklanmak yerine, bireye yıkar. Kırılganlığı ve ‘başarısızlığı’ kişiselleştirir, itaatkârlığı ise özgürlük aldatmacasıyla parlatır.
Bugün bireye sürekli telkin edilen şey, kendini bir marka gibi inşa etmesi, hayatını bir yatırım aracına dönüştürmesidir. Başarı bireysel beceriye, başarısızlık ise kişisel kusura indirgeniyor. Yoksulluk “yanlış seçim” olarak damgalanıyor, yıpranmışlık “yetersizlik” diye kodlanıyor.
Böylece sömürü düzeni kendi dilini de eş zamanlı geliştirerek yeni ‘ahlaki’ değerler sözlüğünü de yaratıyor. Böylelikle, kapitalizm bireyi kendi hayatının girişimcisi kılıyor sanrısını yaratarak aslında onu kendi hayatının serfliğine mahkûm ediyor.
Filmde, bununla ilintili olarak temel işçi hakları “esneklik” söylemiyle buharlaştırılarak ücretli izin, hastalık izni, fazla mesai ücreti, iş güvencesi ve toplu sözleşme birer birer geri çekilir.
Platform sözleşmeleri işçiyi “partner” ilan ederek statüsünü manipülatif biçimde siler. Statü silinince de, hak talebinin zemini de kalmaz. Çünkü artık Ricky işçi haklarına bile sahip olmayan modern bir köle gibi çalışmakta, ailesinin ona en çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda bile onların yanında olamamaktadır. Puanı düşerse, geliri düşer ve belki de evsiz kalabilirler. “Performans” adı altında sosyal hakların yerini ceza sistemi alır. Özetle, filmin en temel mesajlarından biri bireycilik övüldükçe itaat derinleşir; itaat derinleştikçe sömürü büyür.
Abby: Görünmeyen emeğin yükü

Ricky’nin hikâyesi filmde merkezde gibi görünse de asıl kahraman Abby’dir bana göre. Abby, yaşlı, hasta ve engellilere evde bakım hizmeti verir. Ancak sıfır saatlik sözleşme ile çalışır. Bu durum da onun işi için fiilen harcadığı zamanı görünmez kılar. Örneğin, hastadan hastaya giderken geçen uzun yolculuklar için harcadığı zaman ve yol masrafları ücretin dışında bırakılır, yorgunluğu kayda geçirilmez, zamanı yok sayılır.
Filmde, Abby’nin arabasını Ricky’nin işi için satmak zorunda kalması da semboliktir. Erkek emeğinin “girişimci atılımı” uğruna kadın emeğinden her zaman en kolay şekilde feda edilebilir ataerkil düzen içinde. Patriyarka ile kapitalizm el ele vererek Abby’nin işini ve dolayısıyla da hayatını daha güvencesiz kılar, aile içindeki ve toplum içindeki hiyerarşiyi yeniden üretir.
Örneğin, Ricky’nin bir tartışmada Abby’ye “istemiyorsan evden gidebilirsin” demesi, basit bir öfke patlamasından çok ötedir. Patriyarkal kapitalist düzenin Ricky’nin dilinden sembolik bir ifadesi olarak okunabilir. Ricky önce Abby’nin emeğine ‘ailesinin refahı’ için el koyar, böylelikle onu bilerek ya da bilmeyerek maddi ve manevi olarak güvencesizleştirir. Ardından da bilerek “istemiyorsan git” diyerek çıkışı olmayan bir kapıyı Abby’e gösterir. Bu söylem, işverenlerin güvencesiz işçiye söylediği “beğenmiyorsan çıkabilirsin” sözünün ev içindeki yankısı gibidir.
Loach’un filminde görülen bu patriyarkal kapitalist mekanizma aslında yalnızca İngiltere’ye özgü değildir. Abby’nin hikâyesi, Türkiye’deki pek çok kadının hayatıyla da örtüşür. Kadın emeğinin görünmezliği, güvencesizliği ve sürekli fedakârlığa indirgenmesi, patriarkanın farklı coğrafyalarda aldığı biçimlerin ortak özelliğidir.
Kadınlar ev içi bakımda çoğunlukla ücretsiz çalışırken, ev dışında ücretli bakım hizmetlerinde çalışanlar da en güvencesiz kesimler arasında yer alır. Üstelik bugün, kadınların binlerce yıldır mücadelesini verdikleri eşit ve onurlu yaşam hakkı kimi cemaatlerin, dini grupların ve bizzat devletin kurumlarının müdahalesiyle de karşı karşıyadır.
Diyanet’in desteğiyle ve patriarkanın en derin aygıtları olan din-devlet-aile iş birliği ile miras hakkı gibi temel eşitlik alanlarının tartışmaya açılması, kadın yoksulluğunun meşrulaştırılması anlamına gelir.
Mizojinin (kadın düşmanlığının) yapısal olarak kökleştiği bir toplumda, zaten mülk sahibi kadın erkeklere göre oldukça azken; kadınlar için eğitim, istihdam ve onurlu yaşama ulaşmanın yolları erkeklere kıyasla çok daha zor ve engebelidir.
Buna ek olarak patriyarkal–dini işbirlikleri, kadının evde çalışmasını “doğal” ve “makbul” bir konum gibi sunarak hem kadın emeğinin görünmezliğini pekiştirir hem de bağımlılık ilişkilerini kurumsallaştırır. Sonuç olarak düzenin yarattığı güvencesizlik içinde de kadın emeği, aynı anda hem neoliberal piyasanın hem de patriyarkanın en derin yapılarının hedefindedir. Cinsiyetlendirilmiş sömürü düzeni de dahil olunca denkleme, kadınlar hem emekleri hem de yaşam hakları üzerinden çok yönlü bir kuşatma altında bırakılır.
Sonuç

Ken Loach’un Üzgünüz, Size Ulaşamadık filmi, neoliberal kapitalizmin toplumsal, duygusal ve cinsiyetlendirilmiş boyutlarını sinemaya aktarması açısından oldukça önemli.
Film, emeğin sömürülmesini ve yaşamın her alanının güvencesizleştirilmesinin ötesinde, bunun nasıl patriyarkal ve neoliberal ilişkilerle iç içe geçtiğini ve gündelik hayatın en mahrem alanlarına kadar sızdığını görünür kılar.
Ricky’nin “kendi işinin patronu” olma hayaliyle yola çıkıp, derin bir hayal kırıklığı ile zincirlenmesi, Abby’nin bakım ve duygusal emeğinin sistematik olarak değersizleştirilmesi, çocukların geleceksizliğe mahkûm edilmesi... Bunların her biri neoliberal kapitalist düzenin farklı alanlarda yürüttüğü tahakkümün tezahürlerinden sadece bazılarıdır.
Loach’un sineması, bu bağlamda çağdaş emek sistemlerinin yapısal şiddetini temsil etmesi açısından büyük önem taşır. Film, böylelikle neoliberal kapitalizmin “özgürlük” söylemiyle derinleşen yeni köleliği, hegemonik dilin manipülasyonuyla görünmezleşen sömürüyü ve kadın emeğinin patriyarka ile birlikte nasıl kat be kat sömürüye maruz bırakıldığını kayıt altına alır.
(MK/EMK)
Kaynakça
Harvey, D. (2005). A Brief History of Neoliberalism. Oxford University Press.
Standing, G. (2011). The Precariat: The New Dangerous Class. London: Bloomsbury Academic.







