Yakın tarihimizde çok sık şahit olduğumuz, “sanat toplum için midir yoksa sanat için midir” konulu bir tartışma vardır, hatırlarsanız. Kemal Tahir’den ne vakit bahsedecek, onun romancılığı hakkında birkaç söz edecek olsak, artık modası geçmiş bu tartışmanın kenarından geçmeden edemeyiz. Onun toplumcu bir yazar olması, hatta toplumculuğunu bir adım öteye taşıyarak roman sanatını toplumu anlatmak için araçsallaştırması, bizim için “sanat veya edebiyat ne içindir” sorusunu sormayı kaçınılmaz kılmaktadır.
Bir yazar, muhakkak ki yaşadığı çağdan kopamaz. Her ne kadar toplumsal meseleleri romanına taşımaktan imtina eden bir yazar olsa da, yapıtı çağının, doğduğu coğrafyanın izlerini taşır. Yarattığı karakterler de keza toplumun genel sorunlarından azade değildir.
Hikaye, dış dünyadan yalıtılmış bir konak içinde geçiyor dahi olsa, karakterler toplumun bir yansıması olmaktan, toplumsal alışkanlıkları taşımaktan kurtulamaz. O yüzden topluma sırtını dönmüş bireyi merkeze alan romanların dahi satır aralarından buram buram toplumsal meselelerin kokusunun geldiğini duyarsınız. Hele hele yazar toplumsal meseleleri sanatının merkezine alan bir meslek ahlakındaysa… O vakit romanda toplumsal sorunlardan açık seçik söz edilir, olay ve karakterler bu sorunların ekseninde şekillenir.
Ne var ki toplumcu bir yazar olmakla, romanı toplumsal meseleleri anlatmak için araç görmek arasında ince bir çizgi, bazen yazarın çiğnediğini fark etmediği görünmez bir sınır vardır. İşte Kemal Tahir, bu sınırı ihlal eden, hatta ihlal ettiğini açık bir şekilde beyan eden, edebiyattan ziyade siyaset, sosyoloji ve tarih üzerinde duran bir yazardır. Bu yüzden bana kalırsa edebiyatçı kişiliğinden ziyade entelektüel kişiliği ile anılmalıdır.
1910 doğumlu Kemal Tahir, ülkenin hem sosyal hem de siyasi dönüşümlerine, köklü bir imparatorluktan modern bir ulus devlet yaratma sancılarına şahit olmuş akranları gibi toplumcu bir yazar olmayı seçer. Ancak Kemal Tahir, bunu bir romancı titizliği ve sorumluluğundan ziyade bir sosyolog edasıyla yapar. Zira ona göre bir romancı bir bilim adamın yapamadığı tespitleri dahi yapmaktan sorumludur. Hatta bir aydın olarak üstlendiği bu görev, onun kimi zaman sanatını ihmal etmesine, siyasi meseleler üzerine kendi savlarını karakterlerinin ağzından açık seçik söyletmesine, böylece yazdığı romanların edebi değerini düşürmesine yol açar [1].
21 Nisan 1973’teki ölümüne dek edebiyat tarihimizin en tartışmalı kalemlerindendir aynı zamanda o. Türkiye entelijansiyası ve siyasi kadrolar tarafından türlü eleştirilere maruz kalır. Nazım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davasında komünizmle suçlandığı gibi, kimine göre bir Marksist, kimine göre sosyal demokrat bir aydın olarak, kimine göre Batılılaşma karşıtı, kimin göre ise Osmanlı’yı güzelleyen bir yazar olarak anılır. Osmanlı’ya dair fikirleri yüzünden sol cenahtan, Osmanlı’nın tarihini ve Cumhuriyet’e intikal eden süreci analiz etmeden toplumsal meseleleri, bilhassa köy meselesini anlamanın mümkün olmayacağını savunmasıyla Kemalist cenahtan, dine uzak duruşuyla muhafazakarlardan tepki görür. Zira onun siyasete bakışı, düşünceleri onu herhangi düşünce ekolüne mensup yapmadığı gibi, entelektüel tavrı Türkiye aydınlarına dair bütün kolektif yargıların üstündedir. O da zaten bunu istemiştir, yani herhangi bir siyasi cenahın katı düsturuna sadık olmak yerine, devamlı değişmeyi, eleştirmeyi, ilerlemeyi, öğrenmeyi… Bu entelektüel tavrını şu sözlerle açıklar:
“Her sabah açtığın gazetede veya okuduğun bir kitap sayfasında rastladığın bir gerçek seni o güne kadar bütün öğrendiklerini unutmaya, alfabeye yeni baştan başlamaya zorluyor ve sen buna razı olmuyorsan, entelektüel değilsin, aydın değilsin, hatta namuslu bir okuryazar bile değilsin! [2]"
Kemal Tahir, yaşadığı dönemde iktidarlara mesafeli duran ama yine de eleştiri yapma sorumluluğu hissetmeyen aydınlara karşın, başta Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş süreciyle ilgili korkusuzca eleştirilerde bulunur. Osmanlı’yı zikretmenin gericilik sayıldığı bir dönemde Osmanlı’dan kopuşun sakıncalarına, Batılılaşmanın bizim kültürümüze uygun olmayışına değinir. Ancak yine de eleştirildiği gibi, Kemal Tahir ne Osmanlı’nın geri getirmenin düşünü kurar, ne de aydınlanmaya karşıdır. O, sadece memleketin kendine uymayan bir reçeteyi uygulayamayacağı kanaatindedir. Nitekim bugün resmi tarihi karşı savlarla hedef alan, rejimin yanlışlarını, açıklarını ortaya çıkaran aydınlar, aslında Kemal Tahir’in düşünce ekolünün birer takipçisidir.
Edebiyatçı kişiliğinden bahsedecek olursak ise, tarihi mercek altına aldığı veya Orta Anadolu köy gerçeklerini anlattığı romanlarında Kemal Tahir oldukça gerçekçi bir tavrı benimser. Onun gerçekçiliği kimileri için sert, hatta kaba bile sayılır. Romanlarında insan denen mahlukatın tüm “çirkin, kötü, çiğ” yanlarını apaçık anlatır ki bu romancı tavrı onun zaman zaman insan sevmeyen yazar olarak yaftalanmasına sebep olur.
Öyle gerçekçidir ki yazdığı köy romanlarında, diğer romancıların romantikleştirdiği kavramlara, keza Yaşar Kemal’in romantikleştirdiği eşkıyalığa bile, olabildiğince saldırır. Onun tarihi romanlarında hissedilen geçmiş özlemi de romantikleştirilen bir nostaljiden, eskiye dönme ihtiyacından ziyade geçmişten bugüne toplumun geçirdiği dönüşümü, kimi zaman buhranlarını anlatmak için kullanılan bir araçtır.
Kemal Tahir’in romanlarındaki kadın karakterlere gelecek olursak eğer, o kadın karakterleri toplumsal sınıfları anlatmak için yaratır, her bir karakter göstermek istediği kesimin adeta simgesidir. Ne var ki, romanlarında yansıttığı kadın kimliklerine dair bu tümevarımcı bakış, kadınları toplumu oluşturan bir parça olarak görme hali, onun bir aydın olarak kadınların varoluş sorunlarını yansıtmasına, onları birey olarak ele almasına engel olur. Dolayısıyla Kemal Tahir’İn romanlarındaki kadın karakterler bir sınıfı veya grubu temsil eden, o grubun veya sınıfın toplumsal meselelerdeki duruşunu yansıtan “tipler” olarak ataerkil toplumdaki yerlerini alırlar. Tanzimat romanı geleneğinde görüldüğü gibi, çoğunlukla bu kadınlar ya fedakar bir eş/anne, vatan için vazifeşinas bir neferdir, ya ataerkil toplum düzeni içinde kendi kaderini tayin hakkından mahrum “kurban” kişilerdir, veyahut vazifelerini ihmal eden “hafifmeşrep” kadınlardır. Kemal Tahir romanlarında zaman zaman kamusal alanda özgür olan kadınlara yer verse de, erken Cumhuriyet döneminde kadınların belirli haklar kazanma ve özgürleşme yönündeki çabalarına destek veren bir yazar değildir.
Edebiyatının niteliği, dahası ortaya attığı tarih tezleri türlü tartışmalara konu olsa da, Kemal Tahir, en dokunulmaz iktidarlara bile muhalif eden, tabu kabul edilen düşünce ekollerinin açıklarını söylemekten çekinmeyen ve herhangi bir cenaha aidiyet beslemeyen kendi deyimiyle “namuslu” aydın tavrıyla Türkiye düşünce tarihinde pek çok tartışmanın önünü açmış bir yazardır. Geçmişten bugüne değin onu kötüleyen entelektüellerin dahi aslında mirasını sırtladığı her daim muhalif olan bir yazardır [3]. Kemal Tahir, ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranma derdinde olan, bugün emsaline az rastladığımız bir aydındır. (MK/EA)
[1] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İletişim Yayınları, 2016, İstanbul
[2] İsmet Bozdağ, Kemal Tahir’in Sohbetleri, Emre Yayınları, İstanbul, 1995
[3] Kurtuluş Kayalı, “Solda Kemal Tahir Tartışmaları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c.8, İletişim Yayınları, 2008, İstanbul