“Kadim ve kendinden emin nehirlerden
Dicle'ye,Fırat'a veya Nil'e
Mısra bırakır gibi
Puşisinin altından gülümseyen
Mezopotamyaymışsın gibi
Sevdim seni...”
Aşkın ölçü birimi
Sevgisiz insanların gözünün kör olduğunu söyler Emile Zola. O gözler sevgiliyi de görmez doğaya içerilmiş haldeki sevgiyi de.
Bir kelebeğin kanatlanışını, bir kuşun doğal müziğini, aşkın bütün bir yaşamı güzelleştirici gücünü ve sihrini görmez. Daha da kötüsü soykırımı, asimilasyonu, göçleri, yok oluşu, felaketi görmez. Bütün bunları görmeyen göz veya yürek ne işe yarar? Böyle bir yürekten aşk nasıl beklenir ki?
Uzunca bir süredir her 14 Şubat'ta yazıyorum. Tabii geçen sene hariç...6 Şubat'taki yıkımdan sonra aşk yazısı yazılamazdı... Her yazıda farklı şeyler söylemek, tekrara düşmemek ise konu gereği zor olmuyor.
Çünkü anlatırken bir kaba dökemediğimiz, kalın çizgiler çekip tartışmasız şeyler yani bilimsel önermeler geliştirmediğimiz konuların başında aşk gelir.
Aşk üzerine yazmak hem kolay hem zor. Kolay, çünkü her insanın aşka dair söyleyecekleri vardır. Üstelik bu işin müfredata girmiş zorunlu dersi de hocaları da yok. Herkes kendinin hocası veya bir ömür öğrenilmesi bitmeyen aşkın öğrencisi.
Bu alandaki bunca söz çeşitliliği ve zemin kayganlığı sağlıklı mıdır? Tartışılabilir ama Ehmedê Xani'nin Mem ü Zin'de “însanın kendisi hem karanlıktır, hem ışık; insan hem yakındır sana, hem uzak. Ne kadar evren çeşidi varsa. Hepsi insan çeşidine tâbidir.” demiş olmasını yok sayabilir miyiz? Aşk üzerine yazmak zor, çünkü aşka dair tüm tanımlar bir miktar eksik kalıyor. Daha da önemlisi, insanlığı değerleri ile beraber çözüp dağıtan kapitalizm, tüm iç çelişmelerine rağmen bu bozucu etkisini tırmandırarak sürdürüyor.
Mesela Kafka yıllar öncesinde, sahteliğin tüm zamanların rekorunu kırdığı bir devirden bahsediyor ve “Hiç kimse gerçekten sevildiğine, sevileceğine inanamıyor” diyor. Ve bugün artık “aşık olamıyorsan aşkın tanımını değiştir” dercesine bir duygusal bocalama, bir tüketme ve savrulma hali yaşanıyor.
Gerçekte aşkın ölçü birimi yok, ille de olacaksa kalp atış sayısıyla ölçülebilir belki ama kimi ödenen bedelle, kimi parayla ölçmeye kalkıyor aşkı.
Bu konudaki tanımlar hayatı algılayışla doğrudan ilintili. Bir taş ustasının taşı hissetmek için eldiven kullanmaması gibi düşünmeli hayatı ve dolaysız, tüm hislerle yaşamalı; sevinci de acıyı da. Toplumsal görevi bunların dışında değil bunlarla iç içe düşünmeli.
Gothe'nin dediği gibi “hayat sonsuz haz veren maddelerle dolu bir kaptan seçilen hediyeler yığını değildir.” Steril de değildir, düz bir çizgi de. Elbette herkes durduğu yerden hayatı görecek, durduğu yerden sevgiyi algılayacak ama “Körün fili tarifi”ne de benzememeli sevgi.
Piyasalaşan yaşam, nesneleşen ilişki
Zygmunt Bauman'ın dediği gibi insanların ilişki kurma tarzı, nesnelerle ilişki kurma tarzına benzemeye başladı. Yine Bauman'ın dediği gibi internet üzerinden kurulan ilişkiler görücü usulünün sanal ortamdaki karşılığıdır.
Kimine acımasız gelebilir ama bugünü anlamak için pazar-piyasa ilişkilerini, piyasa yasalarını/ahlakını, oradaki nesneleşme ve acımasızlığı görmek ve bilmek gerekiyor. Elbette buna teslim olmayan, alternatif değerler oluşturup hayatında bunun gereklerini yerine getiren şanslı insanlar da var.
Burada Marks'ın “Aşk insanı yeniden insan yapıyor” biçimindeki tanımı akla geliyor. Çünkü sevgi, yabancılaşmanın aşıldığı, insanların birbiriyle daha insanca bir araya geldiği zemindir. Sosyalizm sevgi temelli toplumdur. Bu nedenle sevgiyi kişiselleştirip daraltmak, büyütmez küçültür ve giderek anlam yitimine sebep olur.
Marks'ın daraltılmış ilişkinin bencillik üretebileceği biçimindeki uyarısında da Marks'ın uyarısını yorumlayıp somutladığı görülen Sabahattin Ali'de de ortak nokta sevginin iki kişilik bir yanı olsa da daraltılıp tekelleştirilmesi yerine bütün insanlığı sevme boyutuna taşınması gerektiğidir.
Ve bunun, bu genişlemenin kendi dışına taşmanın aşkın derinliğinin ve kapsayıcılığınun koşulu olduğudur. Gerçekte kıskançlık mülkiyetçilikle yakından ilişkilidir ve duygu fukaralığıdır/zayıflığıdır, tekelciliktir.
Günümüzde yaşamın odağına tüketimin oturması, anlamın ve derinliğin yerini haza bırakması, deneyimin kişiye yabancılaşma ve depresyon olarak dönmesini beraberinde getirmektedir.
Vaktinde Margaret Thatcher “Toplum diye bir şey yoktur, sadece bireyler vardır.” demişti. Neoliberalizmin bugünkü aşamasında Thatcher'in tanımı uç noktasına, gerçek karşılığına ulaşmış durumda.
Bunun gündelik hayattaki karşılığı; iş, eş ve aşın piyasa unsurları haline gelmiş olmasıdır. Yani kişinin işi, aşı ve eşi yoksa bu onun sorunudur; hatta onun başarısızlığıdır. Piyasanın acımasızlığı işin yanında eş ve aş bulmayı da kapsama alanına almış durumdadır.
Kıskançlıktan toplumsallaşmaya aşkın iki ucu
Aşk, kıskançlığın boğucu girdabından toplumsallaşmaya kadar geniş bir yelpazede yaşam ve ifade bulur. Çünkü aşk, hemen herkesin anlar gibi göründüğü ama hemen hiç kimsenin yeterince anlamadığı (veya en azından kafasının sıkça karıştığı) konulardan biridir. Hemen herkes ilişkiye iddiayla, vaatlerle, güzellemelerle başlar, şikayetle bitirir. Üstelik aşk, pek çok önemli meselede olduğu gibi “öğretilen değil öğrenilen türde bir şeydir.”
Hemen her insan, en iyi sevgiyi yaşayacağını, en özel ilişkiyi bulduğunu sanır ama çoğu kez sonuç hızlı bir tükenme olur.
İnsanların büyük çoğunluğuna toplumsallaşmak veya aşkın toplumsallığı abartılı gelir. Ama çoğu insan, aşkın ne olduğunu bilmeden aşktan söz eder. Bu bazen heyecan, bazen korku, bazen dürtü ve bazen öğretilmişlik olabiliyor.
Telefon kullanmaya ihtiyaç duymayan, empati ile yetinen ve yalanın empati zeminini zayıflattığını söyleyen Aborijinlerde ve bu türden topluluklarda kıskançlığa, rekabete rastlanmaması öğreticidir. Kıskançlık, doğrudan sahiplenmeyle, mülkiyetle ilişkilidir çünkü. Bu yabancılaşma, yalnızlaşma, antiyaşam ve mülkiyet ikliminde “sahip olmak” değil “olmak” önemlidir. Ancak bu, sanıldığı denli kolay değildir; çünkü sonuçta kendi yöntemine sahip olmak kendi doktorun olmak anlamına gelecektir. Bu, elbette kolay değildir ama şifresi/ipucu toplumsallaşmaktır. Emek ve bilinç gerektirir. Erich Fromm bunu şöyle özetler: “Eğer birine 'seni seviyorum' diyebiliyorsam. 'Sende herkesi seviyorum, seninle tüm dünyayı seviyorum, sende aynı zamanda kendimi de seviyorum' da diyebilmeliyim.”
(Sevme Sanatı, Sayfa 67)
Aşk özgürleştirir
“Fransız şarkısının dediği gibi; I'amour est I'enfant de la liberte. 'sevgi özgürlüğün çocuğudur'. O, asla zorbalığın çocuğu olamaz.” (Sevme Sanatı, Erich Fromm S:49)
Aşk ve devrim kavramları sık sık ve çeşitli biçimlerde yan yana getirilir. “Aşk örgütlenmektir”, “Aşk iki kişilik örgüttür”, “Aşk iki kişilik komünizmdir” gibi birçok tanımlama mevcut. Bunlar, birbirini olduğu kadar metni de güçlendirme potansiyeli taşıyan tanımlamalardır; karşı karşıya değil olsa olsa yan yana getirilebilir. Burada önemli olan kurulan bağlamdır.
İnsanın içsel müziği gibi içsel kelepçeleri ve saklı kapıları da vardır; aşk bu kelepçelerin ve saklı kapıların anahtarıdır. Kast ettiğimiz elbette üretim ilişkilerine bağlı “nihai özgürlük” değildir ancak o özgürlüğe giden yol da kişinin kendi kelepçelerinin ayırdında olmasından ve onları adım adım kırmasından geçer.
Aşk, insanın başına gelen güzel bir şeydir; planlanmaz ama vakti gelince de ertelenmez. Bir andan ibaret değildir, sürece yayılır. Ve insana onu yaşatmak için çaba harcamayı, mücadele etmeyi öğretir.
Neoliberal çağda her şey kâr ve hesap üzerinden tanımlansa da aşk ve hesap bir arada olmaz; sosyalizm ve kötülük, şiir ve umutsuzluk gibi yan yana gelemeyecek kavramlardır.
Aşkın tutsağı mı olursunuz yoksa özgürleşir misiniz? Bu, aşkın tanımı gibi esnek ve değişken bir konu ama tutsaklık aşkın yanında pek şık durmuyor.
Denizi hiç görmemiş bir insanın ilk kez denizi görme anının tarifi zordur; aşk da böyledir. Bir tutsağın kelepçesiz kalma anı gibi doğum gibi bir şeydir aşk.
Bunu şeklî olanın ötesine geçip derinliğine kavradığınız ölçüde “devrim gibi” deme şansınız olur. Ve artık aşk toplumsallaşmıştır; Che'nin yaşam biçimine ve tanımlarına yaklaşmıştır. Artık mekan ötesi duygular yaşamak, firari düşler kurmak, sadece zirvelerini değil dağın bütününü, sadece törenleri değil yaşamın bütününü sevmek mümkün hale gelir. Şarkılar önceden de güzeldir ama aşkla dinlendiğinde daha da güzeldir; okunan kitap, paylaşılan doğa, bir fikir veya sessizlik hali bile güzeldir. En önemlisi bütün bir halkı sevgili edinip, bir insanın şahsında bütün insanlığı sevmektir.
Erich Fromm bunu, "Bir kişiyi gerçekten sevmek, onun kişiliğinde tüm dünyayı sevmek demektir." biçiminde tanımlıyor. Sevgi, yabancılaşmanın aşıldığı insanların birbiriyle daha insanca bir araya geldiği zemindir. Sosyalizm sevgi temelli toplumdur. Bu nedenle sevgiyi kişiselleştirip daraltmak, büyütmez küçültür ve giderek anlam yitimine sebep olur.
Şiirin felsefesinin olması gibi aşkın da felsefesi vardır. “Aşk felsefenin en güzelini öğretir.” (Victor Hugo, Nişanlıya Mektuplar, Sayfa 295) Diğer bir ifadeyle “Dünya güzeldir ama bir şairin gözüyle daha da güzel olur.” (Goethe)
14 Şubat ve konu bağlamında söylersek şiirle güzelleşmenin, felsefeyle derinleşmenin ve sanatla yeniden üretmenin imkânları yaşamı tepeden tırnağa farklılaştırır. Bu, bugünkü çürümenin, dağılmanın ve yozlaşmanın antitezi için yöntemsel ipucudur.
(MY/EMK)