Hayatımda ilk defa böyle bir olayla karşılaştım.
Burgaz adasının Aynikola mıntıkasından Hristos tepesine çıkan yolda üç arkadaş yürüyorduk. Meskûn bölgeden ormanlık alana geçerken makilerin arasından fırlayan bir kedi tatlı tatlı miyavlayarak peşimize takıldı. Ellerimizde yiyecekle doluymuş gibi duran herhangi bir plastik torba olmadığı gibi ceplerimizde iştah açıcı kokular salma ihtimali olan herhangi bir besin maddesi de yoktu. Kediye fazla ilgi gösteren tipler olmamamıza rağmen şirin hayvan bazen hızla koşarak önümüze geçiyor, kendini yerden yere atarak göbeğini açıyor, miyavlayarak bizimle cilveleşiyordu.
Bu acayip durum epey sürdükten sonra kedinin normalde yaşadığı mıntıkadan epey uzaklaştığını düşünüp endişelenmeye başlamıştık. Sık sık uyarmamız, evine dönmesi gerektiğine dair telkinlerde bulunmamız, hatta korkutmamız da işe yaramamış, aynı davranışları defalarca tekrarlayarak bizimle adanın tepesine kadar çıkmıştı.
Tepede soluklanırken onu ısrarla uzaklaştırmaya çalışmamıza rağmen bir türlü gitmiyor, fakat bulunduğumuz yeri garipsiyormuş gibi bir tavır da takınmıyordu.
Derken tam ters yönden adanın esas yerleşim merkezine doğru inmeye başladığımızda da gerisin geri gitmesini beklerken takip ve flörtleşmeyi aynen sürdürdü; neredeyse adanın büyük turunu attıktan sonra bize katıldığı noktaya dönmüş oldu.
Aynı davranış biçimlerini birçok köpek daha önce sergilemişti. Hatta yalnızlıktan bilhassa kışın sıkılan adalı köpekler kalabalık günübirlikçi grupların peşine takılıp misafirlere adeta rehberlik etmekle ünlenmişlerdi; ama bir kedinin benzer davranışlar sergilemesi hayra alamet miydi?
Kedi suyu sevmez sanırdık!
Derken geçenlerde arkadaşımın bahçesinde besleyip az çok sahiplendiği bir diğer kedi de aynı güzergâhta peşimize takılınca kara kara düşünmeye başladık. Yağmur yağıyor, kedi, alışık olduğumuz reflekslerle üzerine yağan yağmur damlalarından rahatsız olup acı acı miyavlıyordu. Ona git dememize rağmen bizi takip etmeyi sürdürüyor, ıslandıkça ıslanıyordu. Ev konforunda şımartılmış bir hayvan olmadığı için onu kucağımıza alıp korumak bize abes geliyor, vahşi içgüdülerine güvenerek eninde sonunda aklının başına geleceğini sanıyorduk. Derken sesi soluğu kesilince yolumuza rahat rahat devam ettik. Fakat aradan geçen yaklaşık yarım saatin sonunda aynı yoldan dönerken o acı acı miyavlamasını duyduğumuz son noktada, adeta çaresiz çığlıklar atarak kaybolma paniği geçirdiğini fark ettik. Bizim bildiğimiz ada kedisi asla böyle faka basmaz, kendini korumayı mutlaka başarırdı. Bu kedinin yağmur gibi nefret ettiği tabiat dışavurumları karşısında bu kadar çaresiz kalması neden kaynaklanıyordu?
Acaba ada kedilerinin arasına başka diyarlardan getirilmiş “muhallebi çocuğu Garfield” cinsinden kediler mi karışmıştı? Yoksa son yıllarda iyice artan endüstriyel mama tedariki onlarda böylesine köklü değişimlere mi neden oluyordu?
Üstelik bu kış COVID-19 yüzünden soğuk ve nemli mevsimi adada geçiren yazlıkçıların sayısı iyice artmıştı. Sadece benim oturduğum evin etrafında geçen sene iki hane kedileri mamalarla beslerken bu sene sayı altı haneye yükselmişti. Tamam, bazıları kedilerle yemek artıklarını, balık kılçıklarını paylaşıyor, bazıları kedilere özel yemekler pişirip dağıtıyordu. Fakat kesin olan bir şey varsa, o da yemek çıkan evler arasında gün boyunca onlarca kedinin mekik dokuduğu ve çoğunun göbeğinin hamile şişkinliğinde olduğuydu; lakin nedense bir türlü doymak bilmiyorlardı, obezite had safhadaydı.
Kediler artık her mevsim azgın
Yoksa mamalarını martılar ve kargalarla paylaştıkları için mi bir türlü tatmin olamıyorlardı?
Acaba mamaların içinde bazen bizim de yediğimiz ve asla doymadığımız hissiyle bizi esir eden kimyasal maddelerden mi vardı?
Peki kedilerin artık senede bir kez değil de birden fazla doğum yapmalarına ne demeliydi? Komşumun kedisi (pandemi yüzünden uzun süredir adaya kısılmış biri olarak vaziyeti dikkatlice takip etme şansına sahip olmuştum) aynı sene içinde neden üç kere doğurmuştu?
Yine geçenlerde sağanak yağmurlu bir lodos fırtınası sırasında birkaç ay önce doğmuş dişi bir kedinin peşine düşmüş altı erkek kedi arasındaki mücadele dehşet vericiydi. Dişi kedi evimin yanındaki küçük bir koruda, cılız ağaçların tepelerinde teslim olmamaya çalışıyor, dengelerini zar zor koruyabilen koca kafalı “katoz”lar niyetlerinden asla vazgeçmiyorlardı. Bu aslında alıştığımız bir dinamikti, ama öylesine şiddetli bir sağanağın altında böylesine takıntılı bir dinamiğe asla şahit olmamıştım.
Kedide AIDS?
Bir de son yıllarda adalı kedilerin mücadele etmek durumunda kaldığı yepyeni hastalıklar da var tabii. Mesela halk arasında “kedi AIDS’i” olarak tanınan FİV neden bu kadar yaygındı?
Bu arada “temizlik imandan gelir” deyişini akla getiren kedilerin kendilerini mütemadiyen yalayarak temizleme alışkanlığı rafa mı kalkmıştı?
Pis tüyleri birbirine karışmış, yapışmış, kürklerinin altında yaraları olan kediler ne kadar da çoğalmıştı.
Kediler neden bu kadar hastalıklı, bünyeleri niye bu denli zayıftı?
Kedi ölümleri ne kadar da artmıştı.
Adanın sokaklarında bir türlü Avrupa standartlarına getirilemeyen çöp konteynırlarının etrafı ve içi, yalnız atıklarla değil, neden “çöplük” kedileriyle dolup taşıyordu?
Oysa zavallı kediciklere acıyarak elinde kuru mama torbalarıyla sokak sokak gezip merhamet gösterenler ve tıka basa doyuranlar ne kadar da çoktu.
Yoksa iyice yalnızlığa itildiğimiz çağdaş kapitalist düzende, neler ihtiva ettiğiyle pek ilgilenmediğimiz sanayi üretimi mamalarla şefkat verme ve alma açlığımızı zahmetsizce mi dindiriyorduk?
Burgaz adalı Margharita
Halbuki geçenlerde vefat eden Margharita öyle miydi?
56 yaşındaki bir adalı olarak ta çocukluğumdan hatırladığım, sonradan “kedici” olarak ünlenen, adanın son Rumlar’ından Margharita, yaz kış demeden kedilere (ayrıca köpeklere, kuşlara ve etrafındaki her türlü hayvanata) hayatını adayarak bir sembol haline gelmişti.
Sık sık rastlaştığımız eski günlerde İstanbul’un balık pazarlarından alınmış hamsi, istavrit gibi kilolarca balığı plastik torbalarla adaya taşırken görürdüm onu. Benzer torbaların içinde bazen çiğ, bazen haşlanmış akciğer parçaları da olabiliyordu. Evinde pişirip dağıttığı tencere dolusu yiyecekler de cabasıydı.
Adada birkaç emsaline halen rastladığımız, zahmete girip hayvanların açlığı veya sağlığıyla gerçekten ilgilenen insanlar azınlıkta mı kalmıştı?
Onları şehirdeki veterinerlere taşıyıp pahalı ilaçlarla iyileştirme zahmetine katlananlar kaç kişiydi?
Kastrasyon fayda eder mi?
Bir de vaziyetin ne kadar vahim olduğunu fark edip fazlasıyla çoğalan kedi nüfusunu onları kısırlaştırarak kontrol altına almaya çalışanlar var. Tabii bu da bazen istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor, ne de olsa kedinin dizginlenemeyen cinsel azgınlığı bilhassa genç hemcinslerine yönelebiliyor.
Ayrıca kastrasyon faaliyetine muhalefet edenler olabiliyor: “Onları bu zevkten niye mahrum ediyorsunuz?”
Hırvatistan’ın Mljet adasında kedileri kısırlaştırma operasyonunda adım adım izlediğimiz gönüllü hayvansever Mirna Kirin de aynı soruyla karşı karşıya kalıyor. Verdiği cevap (“Kediler için durum farklı!”) pek tatmin edici gelmese de Sunčica Ana Veldić’in yönettiği Catstream (Kedi Seli) başlıklı belgesel seyirciyi ikna ediyor. 2020 Hırvatistan yapımı 19 dakikalık şirin filmde kahramanımızın Don Kişotvari macerasına zevkle dahil oluyor, kedi avında onunla empati kuruyoruz. Fakat Mljet adasının ahalisi daha fakir olduğundan mı ne, oranın kedileri “mama kurbanı” bizimkilere göre çok daha vahşi; Mirna onları yakalamaya çalışırken epeyce zorlanıyor, elleri tırmık ve ısırıklardan yara bere içinde kalıyor.
Mücadelesini pasifçe izlerken gereksiz yorumlarla dikkatini dağıtan yaşlı bir işgüzara haddini bildiriyor, kedisinin yakalanıp kısırlaştırmaya götürme dinamiklerini çok sert bulan küçük bir kız önce zırlıyor, sonra sahte hıçkırıklarla dramasını artırıyor: “Kedimi o şekilde tutmaaaa!”
Belgeselin dirayetli kahramanıyla beraber, belirli bir örselenmişliğe kapıldığımızı filmin sonunda anlıyoruz; o ana kadar kedi yakalama hususunda pek başarılı olamıyor, üstelik ada ahalisi Mirna’ya gerekli gereksiz müdahalelerle genelde köstek, bazen de neyse ki destek oluyorlar.
Oysa peş peşe montajlanmış, kedilerin üstüne kafesin başarıyla peş peşe kapatıldığı kolaj seyirciye kahkaha attırıyor. Sanki agresif doğa belgesellerinde vahşi hayvanların avlarını yakaladıkları anlardaki tatmin duygusuyla kavruluyoruz, içimizdeki ilkel avcı içgüdüsü şahlanıyor. Jean Sibelius’un keman için D minör op.47 konçertosunun allegro moderato’su kedilerin perdeden fışkıran histerik miyavlamalarına ne kadar da yaraşıyor!
Mamaların içeriği?
Şaka bir yana, vicdan temizleme nesnesi haline gelmiş kedilerin istikbali için biz Burgaz’da, adaların tümünde ve İstanbul’un daha birçok mahallesinde ne yapmayı düşünüyoruz?
Gittikçe genişleyen mama sektörünü sorgulamak bir lüks müdür?
Kuru ve ıslak mamaların ihtiva ettiklerini yetkin bir laboratuvarda inceletmek suç mudur?
Kedilerin doğasındaki, insanlara sınırsız yalakalık etmekten ibaret davranışın abartısını neye borçluyuz?
İnsana benzer hareketler sergilemeleri mi onları gözümüzde daha sevilesi kılmıştır?
Sahiplerinin kölesi olmayı seçen köpeklere göre bağımsızlıkları ve hürriyet ihtiyaçlarıyla tanınan kedilere artık halel mi gelmiştir?
Yoksa besine rahatça ulaşmak onlarda tembelleşmeye ve dejenerasyona yol açmış olabilir mi?
Çiftleşmenin böylesi!
Acaba belgeselin başında seyrettiğimiz çarpıcı sahneyi, bundan sonra hayatımızın sıradan bir parçasıymış gibi kabul etmek zorunda mı kalacağız?
Kamera bir sarmanın yüzüne odaklanmıştır. Gayet sağlıklı görünen şirin kedi sakin sakin önündeki mamaları yemektedir. Derken kamera yavaş yavaş odağını genişletmeye başlar ve sırtında onunla cinsi münasebete girmiş kara bir kedinin çabalamalarını görürüz. İkisi de işine, birbirinden adeta bağımsız ama belirli bir senkron içinde usulca devam etmektedir…
Bu arada belgeseldeki kısırlaştırma faaliyetinin hangi sebeplerden dolayı, hangi bilimsel ve sosyolojik düsturlara göre yapıldığı hakkındaki enformasyonu filmin sonuna kadar nafile beklemişim.
Sanki yakında tüm adayı işgal edecek doyumsuz kedilerle kendi alanından taviz vermek istemeyen insan arasında kıyasıya bir mücadelenin şirin bir raporu!
Aklıma gelmişken, sakın benim kedi düşmanı olduğumu sanmayın!
Tamam, içimdeki kediyle yüzleşmek artık zor geliyor olabilir belki de, fakat yıllar önceki psikanaliz seanslarımda hiç beklemediğim bir esnada gözyaşlarımın fışkırdığı tek an, adadaki kedimiz “Sari”nin bizden yardım beklercesine gözümüzün önünde yavaş yavaş öldüğünü hatırladığım andı! (RL/AS)