Seçimden birkaç gün önce, Antalya’nın milliyetçiliğiyle ünlü bir kasabasındaki çay bahçesinde, yaşları 60’ın üzerinde iki adam konuşuyor:
- Ekmel Hoca iyi, çok iyi; ama vallahi elim Demirtaş’a gidecek diye korkuyorum.
- Yok yok, o olmaz. Gerçi içlerinde en efendisi o gibi ama… Cesur adam hakikaten.
Ardından aya eşlik eden sessizlik, belki neler söylediğinin farkına varmanın yarattığı “utanç”…
Bunu ve buna benzer sahneleri yaşayabileceğimi doğrusu beklemiyordum. Kitlesel milliyetçi hezeyanın, Kürt hareketinden gelen Kürt adayı o şiddet ve nefret dolu söyleminin malzemesi yapacağını biliyordum, lakin, siyasi üslubuna olan güvenime rağmen Demirtaş’ın ve tabii HDP’nin bu hezeyanla nasıl baş edebileceğini öngörememiştim.
Oysa seçim öncesinde heyecan verici bir manzaraya ulaştık. HDP’nin temsil ettiği siyaset, gelip merkezin tam ortasına oturdu. Bu seçimin, Demirtaş’ı kitlelerin konuştuğu ve bir ihtimal olarak hesaba kattığı bir siyasi lider olarak öne çıkardığı apaçık ortada. HDP’nin ise Demirtaş’ın bir adım gerisinde, tarih boyunca ortayolcu partiler tarafından işgal edilmiş olan bu merkeze doğru yaklaştığını ve o merkezin de artık eskisi gibi olmayacağını söyleyebiliriz.
Başlangıç…
Bunun bir başlangıç olduğunu iddia etmek hem Türkiye’nin özgürlükçü sol hareketlerine hem de başından bu yana ülkenin en etkili muhalefet hareketi olan Kürt siyasetine haksızlık olur. Demirtaş’ın özellikle seçim öncesinde öne çıkan söylemleri, kimlik temelli siyasi hareketlerden hak odaklı mücadele veren sivil toplum kuruluşlarına, sınıfsal eşitsizliğe karşı örgütlenen sosyalist direniş odaklarından varlık mücadelelerini toplumsallaştırmayı başaran LGBTİ örgütlerine, kadın hareketinden liberter gruplara kadar daha birçok farklı siyasi ve toplumsal hareketin yıllara yayılan mücadelelerinin bir harmanı olarak okunmalıdır.
Demirtaş’ın kişiliğinde HDP’nin yarattığı heyecanın en önemli nedeni, Türkiye tarihinin iki büyük muhalefet odağını buluşturmak için gösterilen samimi gayrettir. Sosyalist temellere oturuyor olmasına rağmen zamanla sosyalist programın, parti programlarının satır aralarına sıkıştığı ve belki de doğal olarak kimlik siyasetinin öne çıktığı Kürt hareketiyle; zamanla salt sınıfsal ve çoğu kez klişeleşmiş söylemleri, özgürlük, çokrenklilik, eşitlik, kültürel haklar gibi olmazsa olmazlarla birleştirmeyi başarmış ve kimi zaman da bundan dolayı devletle göbek bağını koparamamış kimi “sol” çevrelerin hedef tahtasına oturmuş olan özgürlükçü solun siyasi muhayyilelerinin birbirine bu kadar yakın durduğunu göstermiş olması, HDP’yi umudun adresi yapmaya yetiyor.
Seçimin en önemli ve geleceği en fazla ilgilendiren sonucunun; Türkiye’de gerçek bir muhalefetin ancak soldan geleceğini anladığımız uzun zamandan bu yana aradığımız muhalefet odağının, özenli ve akıllıca, aynı zamanda ilkelere de bağlı siyasi adımlar atmaya devam ederse HDP olacağını göstermesi olduğuna inanıyorum. Korkarak, çekinerek, marjinalleştirilme riskini öne alarak atılan popülist ve stratejik adımların, anakım partilerin erbabı olduğu ayak oyunlarının bulaşmadığı bir siyasi hareket, ilkeleri bir yana, sırf siyaset yapma biçimiyle bile gelip “politik merkez”in tam ortasına oturabilir.
Engeller, aynı engeller…
Bu merkeze yerleşme sürecinde aşılması gereken en önemli engellerden biri, tabii ki merkez siyasetin kendisi olacaktır. Sağ devlet geleneğinin merkeziyetçi, militarist, Türkçü, Sünni, lidere biat etmeye dayanan ve erkekliğe dayalı siyaset surları, en güçlü engel duvarlarını temsil etmektedir. Yine de, bu noksan ve sorunlu siyasi geleneğin, iyi kötü bir temsili demokrasiye önem verdiğini ve meşruiyetini hâlâ “millet”te arıyor olduğunu unutmamakta fayda var. Böyle bir bağlamdan bakınca ise, HDP’nin sol ve özgürlükçü muhalefetinin asıl ikna hedefinin “millet” olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. İşte Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterilen en büyük başarı da, bu ikna sürecinin, ilkelerden ödün vermeden yürütülmeye başlanmış olmasıdır. Umudun nedenlerinden biri de bu sürecin başarılabileceğinin kanıtlanması zaten.
HDP’nin, elindeki en önemli kozlardan biri de bugün artık devletin merkezi için de başat bir önemi olduğu açık olan barış sürecinde, elini taşın altına koymuş olmasıdır. Devletle, devleti temsil eden odaklarla ilişkide, bu sürecin zayiat verilmeden sonuçlandırılması için gösterilen çaba, önemli bir etmen olacaktır. Sürecin öyle bir-iki aylık bir zaman diliminde netice vermeyeceğini de hesaba katarak, daha uzun bir süre HDP’nin devlete değil, devletin HDP’ye muhtaç olacağını öngörebiliriz.
Bir diğer ve aşılması daha zor gibi görünen engel ise ne yazık ki “sol”un bizzat kendi içinde konuşlanmış durumda. Derinlerinde yatan “devlet”ten kurtulamamış olan Türk solunun kimi odaklarının, Demirtaş’a destek vermeme kararının arkasında çok sayıda sebep var. Bunlardan bence en önemlisi ve ne yazık ki en az dillendirileni, Türk solunun verdiği mücadelenin umut edilen sonuçlarını, Kürt siyasetinin ve bu siyasetin içinden çıkan bir Kürt’ün gerçekleştirmeyi vaat etmesinden duyulan rahatsızlıktır. Yıllarca kendilerine uzatılan “birlikte mücadele etme” iradesini ellerinin tersiyle itip koskoca bir hareketi ABD ve diğer dış güçlerin empreyalist sarmalının içinde görmekte ısrar eden, dünyanın öbür ucundaki özgürlük mücadelelerine destek vermekte tereddüt etmeyip yanı başlarında gelişen bir hareketi yok sayarak, doğasını anlamadıkları da dâhil olmak üzere hiçbir harekete yöneltmedikleri şüphe oklarını sürekli olarak Kürt hareketine yönelten kimi sol odakların, Demirtaş ismi dillendirildiği andan itibaren “Gezi” temalı (ve hiç de doğru olmayan) argümanlarla ortaya çıkması tesadüf değil.
“Türk” solunun, Kürt siyasetinin Gezi süresince ve sonrasında BDP ve HDP olarak aldığı tutumu anlamamış olması mümkün değil. Kürtlerin Gezi’de olduğu gerçeği bir yana, Kürt hareketinin örgütlenme ağlarının, sahip olduğu direniş ve sokak deneyiminin, özellikle sert ve şiddetli direnişin yaşandığı günlerde Gezi’deki tüm grupların önünü açan etmenlerden biri olduğunu unutmamak, vefa gereği şart. Dahası, dönemin BDP temsilcilerinin çok haklı bulduğum “darbecilerin yanında olmayız” çıkışlarının öncesini ve sonrasını okumakta yarar var. Militarist ve statükocu/devletçi geleneğin şiddetini herkesten çok yaşamış olan Kürtlerin, bir halk hareketinden devşirilmeye çalışılacak olan neo-Kemalist sistemin bu kez daha güçlü bir şekilde yeniden inşası karşısında tutum alması kadar doğal bir beklenti olamaz. Hele de tüm bu heyula, yıllarca uğrunda mücadele ve hayatlar verilmiş bir barışın, yine Kürt hareketi sayesinde resmi bir niteliğe kavuştuğu süreç sırasında yaşanırken… Diğer yandan BDP’nin ve paydaşlarının, Gezi’yi selamlayan, Meclis sıralarında, sözde sosyal demokrat partinin vesayetçi heyecanını bile aşacak bir heyecanla Gezi’yi, Gezi’nin sosyalist ve özgürlükçü nüvelerini savunan temsilcilerini görmezden gelmek hakkaniyete sığmaz.
Demokrasiye inanmayan, bireysel hakları umursamayan, yenilenme iradesi göstermeyi başaramayan geleneklerin, kendi taleplerinin ötesinde taleplerin horgördükleri odaklar tarafından dile getirildiğini gördüklerinde bunu kolayca kabul etmelerini bekleyemeyiz. Yine de Türk solu stratejiyi iyi bilir: Savunulan değerlerin merkeze bir şekilde, bir başka hareket ve paradigma tarafından da olsa yerleşeceğini bilmek bile Türk solunun boykotçu ya da CHP-MHP adayına sıcak yaklaşan hareketleri açısından Demirtaş’ı desteklemeye yetebilirdi. Buna rağmen verilmeyen desteğin arkasında “ulusalcı” derinliklerin olup olmadığı ise başka bir yazının konusu.
HDP’nin işi zor lakin önü açık, ufku güneşli. Seçim her anlamda bir ders oldu; başarı büyük ancak yol uzun. Dahası her eylemlilikte olduğu gibi seçim sürecinde de ufak tefek hatalar yapılmıştır. Ancak biliyoruz ki ilkeli sol hareketler, özeleştiriyi de en iyi bilen hareketlerdir. HDP’ye düşen, seçimi doğru bir şekilde analiz etmek, Türkiye’deki her gruba, her kesime el uzatmaya devam etmek ve tüm direniş noktalarını birleştirici bir ilkeler bütününü temsil etmeye devam etmektir. Türkiye’nin çok da uzun sayılmayacak bir zamanda, merkeze alışmış büyük kitlelerin de desteğini alacak olan gerçek bir sol muhalefete kavuşabileceğini görmek artık hiç zor değil. (MÇ/HK)