2009 yılı Eylül ayı sonunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Devlet başkanları konuşmalarında “savaşa sürüklenmek” istemediklerini dile getiriyor ve savaşların önlenebilmesi için çare arıyorlardı.
Bugün savaşın tam ortasındayız…
İnsanlar Devlet Başkanlarının emirleriyle öldürülüyor, soykırıma sürükleniyor…
23.09.2009’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda ilk defa konuşan ABD Başkanı Barack Obama savaş tehditleriyle mücadele edebilmek için devletleri "çok taraflı iş birliğine" çağırmıştı. Çağrısını "yeni bir çağ başlatılması" başlığı altında sundu. İnsanlığın geleceğinin garanti altına alınması için "4 ilke" olduğuna inanıyordu: Nükleer silahsızlanma, barış ve güvenliğe teşvik, dünyanın korunması ve herkese fırsat sunan küresel ekonomi...
27 Eylül 2024’te Birleşmiş Milletler 79 uncu Genel Kurulunda barış isteyen ama savaşa devam diyen İsrail Devlet başkanını ABD ve onu destekleyen diğer devletler birbirlerinin sırtını sıvazlayarak alkışlıyorlardı…
Tehlikelerden korunmaya çaba harcayan bir dünya yok olduğu gibi kötülüklerden korunmaya çalışan insanların imhasıyla meşgul bir dünyada yaşıyoruz…
II.Dünya savaşından sonra Birleşmiş Milletlerin gözü önünde kitle imha silahlarıyla birbirlerini boğazlayan devletler silahlı çatışmalarla dünyanın her yerinde insanları kırıp geçiriyor, öldürüyor, yok ediyor.
Devlet Başkanları dahil her insan yapabilir.
Vahşileşmiş insanlıktan kurtulmalı, sorumluluk almalı ve ehlileşmeliyiz!
İçimizdeki öfkenin ve bencilliklerimizin farkına vararak yapabiliriz, insan olabiliriz.
En kıymetlisi kendi içimize bakabilmektir. İnsan olarak sorumluluklarımız vardır. Haksızlıklar karşısında susmamalıdır…O yaptı ben yapmadım demek susmanın bin bir türlü bahanesinden sadece birisidir. Onun yerine kötülüklere karşı sorumluluk yüklenmek çok daha iyidir, kötü değildir.
Uysallıkla kenara çekilebilirsiniz ve suskunlar sınıfına katılabilirsiniz. Hınç ve öfkeyle dolu değersiz hasetliklerinizle baş başa kalabilir ve kendinizi yer bitirirsiniz! Ama isterseniz kıyıya vurmuş deniz yıldızlarından sadece ama sadece birisini bile denize geri göndererek hayat kurtarabilirsiniz…
Yakınlık ve sevgiyle büyüttüğünüz çocukların hepsini koruyarak insanlığınızla çoğalanlar arasına katılanlardan mısınız? Öyle olmak istemez misiniz?
Başkalarına karşı merhametli olanlar sevgi ve şefkatle büyüyenlerdir. Aksine, kendini sevgisiz, şefkatsiz, korunup kollanmamış algılayanlar, kötülerdir.
Hınç ve öfkeyle doludurlar, merhametsizdirler. Boyun eğdikleri otoriteler altında değersizlik duygularını kendilerinin altındaki insanları aşağılayarak, hasetlikleri ve alçaklıklarıyla her şeyi tahrip etmeyi iyi bir şey sanırlar ve bu kötülüktür. Onların kendi kötülükleridir.
Kötüler zavallılıklarından kurtulmak için başkalarını zayıf, çaresiz, biçare, güçsüz hissettirerek başkalarına eziyet ederler. Kendilerini güçlü ve baskın hissedebilmek için başkalarını korkutmaya, zayıf ve güçsüz hissettirmeye ihtiyaç duyarlar. Bu onların beslendikleri “kötülük” ihtiyacından başka bir şey değildir (Doğan Şahin. Narsisizm ve Kötülük. Psikeart Sayı 95. Eylül-Ekim 2024 s.22).
Sayın Doğan Şahin yazısında şöyle söylüyor; “ …bir insanın başkalarına kötülük yapabilen birine dönüşmesi sosyal ve psikolojik etkenlere bağlıdır. Uygun bir çevrede yetişen, sevgi ve şefkatle kucaklanıp, büyütülen bireyler doğuştan saldırganlık eğilimleri fazla olsa da suçluya dönüşmezler. Hayvanlarda bile böyledir”.
Böyle başlar, önce insanlar ve sonra devlet kötü olduğunda kötülükler yaşama hakim olur.
Bernhard Schlink’in aynı adlı romanından uyarlanan “Okuyucu”(The Reader) adlı filmde İkinci Dünya Savaşında Nazilerin ölüm kamplarında okuması yazması olmayan ve gardiyanlık yapan kadının yargılanması anlatılmaktadır. Mahkemede yargıç kendisine soru sorar ve kampı boşaltırken sorumlusu olduğu mahkûm grubunu neden bir kiliseye sokup kilitlediği ve sonra yanarak ölmelerine neden olduğu sorulduğunda kadın, “Çünkü emir böyleydi” diyor, “yoksa kaos çıkardı; siz olsaydınız ne yapardınız?”
Siz olsaydınız ne yapardınız?
Aynı soruyu yazısının başlığı yapan Emine Zinnur Kılıç; devlet sisteminin birbirleriyle bağlantılı dönen çarklardan oluşan büyük bir bürokratik yapı gibi düşünülebileceğini ve her bir bireyin bu sistem içinde harcanabilir bir çarktan ibaret olduğu kanaatiyle siz olsaydınız ne yapardınız? diye sormuş…
Naziler yargılandıkları davalarda yaptıkları savunmalarında kendilerinin sadece bu çarkın parçası olduklarını ve sorumluluklarının olmadığını söyleyerek kurtulmaya çalışmışlar(dı)…
Siz olsaydınız ne yapardınız?
Sayın Kılıç, H.Arendt’in “Diktatörlükte yaşayanların kişisel sorumluluğu” yazısına gönderme yapıyor ve Arendt’in sorduğu kim sorumlu sorusuna yanıt aramanın önemine değiniyor: Arendt’in yazısında sorusuna yanıt arıyor: “ Nazi Almanya’sında tüm kurumlar ve yapılar üzerinde söz sahibi olan tek bir kişi vardı. Bu yüzden de politik olarak her şeyden o sorumluydu. Hitler megalomanik bir hezeyan içinde kendini bütün Almanya olarak tanımlamıştı. Onun dışında herkes çarkın dişlilerinden ibaretti. O zaman geri kalan hiç kimse sorumlu tutulmayacak mıydı?”
Kötülüklerden sadece tek kişi sorumluysa hiç kimsenin sorumluluğu yok mudur?
Totaliter sistemler bireyleri sistemin çarklarına dönüştürdüğü için bireylere neden dişli çark olarak kalmayı seçtiği de sorulmalıdır. Çok yaygın olan kendini savunma biçiminin kaçınılmaz olarak “kötülük” olduğu sonucuna varılmaktadır. Arendt’e göre; kendi yaşam biçimine zarar gelmediği sürece, katılmadıkları halde; yaşananlara ses çıkarmayanlar aslında mecbur kalmadıkça eyleme geçmeyenlerdir.
Devamı ise şöyle “Yalnızca düşünen, şüphe duyan ve olup bitenleri kendince yargılayanlar kötülüğün farkına varıp karşı çıkmışlardır. Kendini güçsüz ya da çaresiz hisseden bir grup insan ise olan biteni onaylamıştır. Her ne kadar sisteme boyun eğmek zorunda kaldıklarını iddia etseler de özgür erişkin bireyler oldukları sürece bu sessizliği boyun eğmek değil onaylamak olarak nitelemek gerekir. Arendt der ki: Şunu kabul etmek zorundayız ki hiçbir birey tek başına başkalarının desteği olmadan iyi ya da kötü bir şey başaramaz. Bir lidere itaat eden, onu destekleyen ve onaylayan kişilere sorulması gereken soru bu yüzden ‘Neden boyun eğdin’ değil, ‘Neden onayladın, destekledin?’ olmak zorundadır.” (Siz olsaydınız ne yapardınız? Emine Zinnur Kılıç. Psikeart. Sayı 95. 2024 Sayfa 30).
Neden onayladın?
Yıl 1982…Bundan yaklaşık 42 yıl ve neredeyse yarım asır önce Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinde 16. Oturum (1982) / Genel Yorum No.6…
“Yaşam hakkı” dar yorumlanmamalıdır diyen Komitenin Yorumu:
Madde 6: Yaşama Hakkı:
2. Komite, savaş veya diğer kitlesel şiddet hallerinin, bir insanlık ayıbı olmaya devam ettiğini ve her yıl binlerce suçsuz insanın hayatlarını kaybettiğini gözlemlemektedir. Birleşmiş Milletler Şartı’n göre, bir Devlet’in diğer bir Devlet’e karşı kuvvet kullanması veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunması, meşru müdafaa halleri dışında, yasaktır. Komite, taraf Devletlerin keyfi ölümlere neden olan savaşları, soykırım eylemlerini ve diğer kitlesel şiddet eylemlerini engellemek konusunda temel bir yükümlülüğe sahip olduklarını belirtmek istemektedir. Nükleer savaş başta olmak üzere her tür savaş tehlikesinin engellenmesi ve uluslararası barış ve güvenliğin güçlendirilmesi yaşama hakkını korumada en önemli şart ve güvence olacaktır”
Komite bu yorumla yetinmiyor… Kişilerin öldürülmesi, insanların yaşamına keyfi olarak son verilmesi, insan canına kastedilmesinden kim sorumludur?
Komite; savaş dışında bir kimsenin yaşamına keyfi olarak son verilmesine dair aynı Yorumunda Devletlerin sorumluluğuna dair diyor ki: “Komite, taraf Devletlerin suç teşkil eden eylemlerle kişilerin yaşamının elinden alınmasını engelleyecek ve bu eylemleri cezalandıracak tedbirlerin yanısıra, güvenlik güçlerinin bu tarz eylemlerini engelleyecek tedbirleri almasını beklemektedir. Yaşama hakkının Devlet otoriteleri tarafından ortadan kaldırılması ise büyük öneme haiz bir konudur. Bu nedenle, hukuk düzeni bir kimsenin yaşama hakkının Devlet otoriteleri tarafından ortadan kaldırıldığı halleri ciddi şekilde kontrol etmeli ve sınırlandırmalıdır” (Birleşmiş Milletlerde İnsan Hakları Yorumları. Derleyen Leyla Umar İst. Bilgi Ünv. Yayınları. Eylül 2006. Sayfa 10)
Artık dünyanın herhangi bir yerinde, yoksulluktan ve savaştan kurtulma özgürlüğü kalmadı… Dünyanın her yerinde herkesin yaşam hakkı tehlike altında…
Her ulusa kendi vatandaşları için sağlıklı bir barışçıl yaşamı temin edecek gücü yoksa ve Devletler artık savaşları körüklüyorsa ve ekonomik yakınlaşmanın kurulmasıyla sağlanabilecek böyle bir özgürlük yoksa; kötülük var demektir.
Dünyanın herhangi bir yerinde, korkudan kurtulma özgürlüğünün yerini korku almışsa; kötülük var demektir.
Hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna karşı fiziksel saldırı eylemi gerçekleştirmek durumunda olamayacağı bir noktaya ve davranış aşamasına gelene dek sürecek nitelikte etkin ve tam bir silahsızlanma çağrısının hiçbir anlamı kalmadığı düşünülebilir.
Ama tam aksini söylemek ve tam aksine barışı savunmak zamanıdır.
Devletler silahlanıyor, yoksulluk artıyor, insanlar kendilerini kötülüklerden korumak istiyor.
Kötülüklerden herkesi korumalıyız.
Çocukları öldürecek suçlular yaratan bir toplumun tarihini yazanlarla birlikte aynı coğrafyada ve aynı topraklar üzerinde yaşıyoruz. Ve onlar çocukları öldürerek, çocuklardan katiller yapıyorlar. Bunun adı kötülüktür.
Katiller dün ve bugün hep kazanıyorlar.
Mahkemeler sadece katillerin yargılanma yeri ve olup bitene tanıklık ediyorlar.
Katiller kendilerini daha güçlü, daha buyurgan, daha hınçlı, daha şiddet dolu, güçleri yettiğince zorbalıkla ve vicdan eksikliğiyle her şeyi değersizleştiriyorlar.
Bu olsa olsa kötülüktür.
Lübnanlı Fransız yazar Amin Maalof’un dediği gibi büyük bir sorumlulukla insanlık macerasının sürmesini istemeliyiz, umut etmeliyiz.
“Çok geç değil. Bu “labirent”ten çıkma olanaklarına sahibiz. Yeter ki önce yolumuzu yitirdiğimizi kabul edelim…”
Çünkü; Hitler öldü…
Öldü ama kötülükleri kazanmaya devam ediyor…
(Fİ/AD)