* Bu yazıyı Djivan Gasparyan'dan "Kapuit Manushak" eşliğinde okumalısınız.
Nisan günlerinde bahar dallarından konuşmak gerekir. Mürdümden ve vişneden erken, ayvadan daha erken çiçeğe duran, kayısı ağaçlarından mesela.
Nazım’ın dediği gibi -ilk önce zerdali çiçek açar mürdüm en sonra- Çiçeği gibi çağlası da telaşlıdır kayısının. Çağla tutan dallar, gözü bahçe duvarında, aceleci, çocuksu, bulutsu bir neşeye uzanır.
Yine Nazım’ın dediği gibi, “hava lezzetli ve aydınlık, — fakat iyice ısınmadı daha — çağlanın kabuğu yemyeşil tüylüdür, henüz yumuşacık...” Sabredip, dala tutunan, güneşin kızıltısını emen meyve ise yaz göğünün yüksekliği gibi geniş ve olgun bir keyfe eşlik eder.
Ve yine Nazım’ın şiirin devamında dediği gibi “Sevgilim, ellerini koy dizlerine — bileklerin kalın ve beyaz — sol avucunu çevir: gün ışığı avucunun içindedir kayısı gibi...”
Ama bahar günleri her zaman, kayısının beyaz, yeşil, sarı dallarının, uçucu, yumuşak, olgun kokusunu duymanın keyfini sığdıramaz. Baharın bazı günleri kayısı ağaçlarının sesini dinlemek gerekir. Meyveye canı yürüten dal kuruyup içinden soluk geçince söyler şarkısını kayısı, dalın adı duduk olur içinden geçen soluk ise ses.
Bize kök saldığı köyü, köyün evlerini, evlerin bahçesini, bahçenin taş duvarını, duvarcının yontusunu anlatır. Aslında bize o köyün Ermeni ahalisini, o evin Ermeni ailesini, bahçenin duvarını ören Ermeni ustayı, ustanın yontusunun elinden düşüşünü anlatır.
Kayısı dalı, harap köyün, boş evin, yıkılan duvarın, yere düşen yontunun sesi, köyü harabeden kötülüğün, hane halkının, duvardaki taşın, yontuyu tutan elin yokluğunun ağıtı olur. Uzun yolların uzun soluğuyla üflenir duduk. Bitimsiz yolların, geri dön(e)memelerin, geride bırakmaların, mecburi güzergâhların gözü arkada adımı önde yolcularının soluğunu sese getirir. Emanet edilmeyle el koyma arasına sıkışan bedenin, dile gelmeyen bebeklere söylenen ninninin, geride kalmanın yasının, geride bırakılmanın çaresizliğinin, ömürlük sırların dilini çözer.
Dalına salıncak kurulan, çağlası koparılan, yere kadar eğilip meyvesini sunan kayısı kuruyunca, çocuk telaşı için, çocuk bedeni için çok uzun yollara ve çocuk aklının hiç almayacağı kötülüğe yakılan ağıdı üfler. Kıvrak namelerin dahi pesleşip, kırık şarkılara dönüşmesi ondandır. Sese sözcük karşılığı bulmak zor ama tarife çalışmak mümkün. Kadim yurdundan, kökünden, koparılmanın, kırımın, sağalmayan yaranın sızısı… “Sızı”nın Ermenicesi duduktan geçen nefesle dile gelir, kayısı dalı saçılan nara ses verir.
Tarihe, tarihsel incelemeye/tartışmaya, politikaya, müzakereye kısası akla, aklileştirmeye direnenler için belki de bir yoldur duduktan geçen nefes. Gözün gördüğüne mesafesi aşikâr, ama sese dönen nefes titreyip bedene dokunduğundan ruha da, yüreğe de dokunur. 99 yıllık kötülüğü görmeye direnenler, kötülük karşısında susmakta inat edenler belki de onu dikenlere meyvesini hiç verememiş kayısının dalı bu 99 yıllık hikâyeyi sızılı bir nameyle anlattığında duyar. Onlara kuruyan dala konan son güvercinin kanadına değen taşın aslında hepimizi öldürdüğü gerçeğini üflediğinde, göz görür, dil çözülür ve hatta belki kayısı dalı çiçeğe, çağlaya durur. (İK/HK)