Aralarında Paul Éluard, André Breton gibi sürrealist akımın kurucularından sayılan isimlere yakınlığı bir yana Max Ernst'le yaşadığı aşk sırasında ve sonrasında verimli bir sanatçı olmasına rağmen, 1917 İngiltere doğumlu ressam Leonora Carrington memleketinde unutulmuştu.
Avrupa'dan uzaklaşıp yerleştiği Meksika'da sürrealist eserler vermeye devam etti, ayrıca 70'li yıllarda ülkedeki Kadın Özgürleşme Hareketine büyük katkılarda bulundu.
Gençken Birleşik Krallık'ta muhafazakâr bir babanın baskısını hissedip kapağı Paris'e attıktan sonra çalkantılı bir yaşam süren Leonora 2011'de öldüğünde artık Meksikalı sayılıyordu.
Sheffield Doc/Fest 2017'de dünya prömiyeri yapılan Leonora Carrington - The Lost Surrealist adlı belgesel seyirciyi ressamın olağandışı hayal dünyasına zarafetle taşıyor. Yönetmen Teresa Griffiths, Leonora'nın eserlerindeki figürlere adeta can veriyor, apayrı bir evrenin atmosferini iliklerimizde hissetmemizi mümkün kılıyor.
Geleneksel belgesel jargonunun bazı klişelerini kullanmaktan imtina etmese de, 100. doğum yıldönümü kutlanmakta olan sanatçıya hak ettiği itibarın iade edilmesine büyük katkıda bulunuyor.
Kelt mitleri
Varlıklı bir aileye doğmuş olup hiçbir şeyden mahrum bırakılmayan Leonora'nın çocukluktan beri aykırılığı başına bela olmuştu. İsyankâr tavrı yüzünden iki okuldan kovulması, içinde günden güne büyümüş kendine has dünyayı körüklemekten başka işe yaramadı. Kelt kökenli annesinin anlattığı hikâyelerin etkisi ruhunda çoktan yer etmişti. Sürrealist akıma duyduğu ilgiyle ortaya çıkardığı eserleri ayrıksı bir evrenin çoktan habercisi olmuştu. Babası asla tasvip etmediği ressamlık kariyerine köstek olmaya çalışsa da annesi desteğini esirgemedi.
Alman sürrealist ressam Max Ernst'le tanışması adeta dönüm noktası oldu. Tutucu çevrelerde tepkiye sebep olan aralarındaki büyük yaş farkına rağmen alevli birlikteliklerini önce Paris'te sonra Güney Fransa'daki Saint Martin d'Ardèche'te yaşadılar.
Aşkları birbirlerini sanatsal açıdan beslemelerine de vesile oldu: Manşetteki resimde Ernst, "sabah ışığındaki Leonora"yı yemyeşil bir fantastik dünyanın içine yerleştirerek yoğun duygularını yansıttı, Carrington âşık olduğu adamı buzlu bir evrenin ortasında olağanüstü kürküyle bütünleşmiş şekilde resmetti.
Ayrılık acısı
II. Dünya Savaşının patlamasıyla Ernst'in, Alman olduğu için Fransızlar tarafından tutuklanması, bir anda yalnız kalan Leonora'nın perişan olmasına yol açtı. Yakınlarının duruma müdahalesi ağır ruhsal tedavilere maruz kalmasına sebebiyet verecekti.
Hassas ruhunda derin etkiler bırakmış olduğuna inanılan ayrılık ve agresif tedavi sonrasında Leonora kurtuluşu Meksika'ya sığınmakta buldu. Kısa bir süre sonra hapisten çıkacak olan Ernst de sonradan eşi olacak Peggy Guggenheim'ın yardımıyla ABD'ye kaçacaktı.
Belgeselde en azından değinilmesini dilediğim ayrıntılardan biri, bu kadar sevişen iki kişinin ayrılık sonrası birbirlerini bulma konusunda herhangi bir çaba sarfedip sarfetmediklerine dairdi.
Hipnotik belgesel
Kadına belirli roller öngören bir toplumdan gelip aile tecrübesini travmatik biçimde yaşayan Leonora'nın Meksika'da evlenip kendi ailesini kurma kararı da ilginç. Genelde çok konuşmayan, hatta çekingen mizaçlı olan Carrington'ın bu yöndeki motivasyonu belgeselde açıkça ifade edilmese de, iki oğlu tarafından saygı, sevgi ve şefkatle anıldığı kesin.
İspanya İç Savaşı sırasında Robert Capa'nın karanlık odasını yöneten Yahudi fotoğrafçı Emerico "Chiki" Weisz ile görünürde gayet uyumlu bir evlilik yaşadı. Oğullardan biri entelektüel ve şair Gabriel, diğeri doktor ve sürrealist sanatçı Pablo; belgeselde ikisi de Leonora'nın kendine has bir anne olmasından asla şikâyetçi değiller.
Tabii ki resimlerinde yansıttığı dünyayla derin bağları olduğunun ve sık sık oraya dönme ihtiyacını hissettiğinin farkındaydılar. Ne de olsa ihtimamla muhafaza ettiği bu ayrıksı evreni, kadını yüceltseler de, genelde sadece bir ilham perisi olarak gören sürrealistlerin, Dali veya Picasso gibilerin önyargılarına rağmen yaşatabilmişti. Bu arada, kadın cinselliğini yansıtırken kendi cinselliğinden yola çıkması, sanatının diğer sürrealistlerden farklılığını belirginleştirmişti.
Kendi için çiziyordu
60 dakika süren belgeselde aktarılan ayrıntılardan biri de, Leonora'nın resimlerini satma veya meşhur olma gibi bir reflekse sahip olmadığına dairdi:
"Kendim için resim yaptım, resimlerimin sergilenebileceğini veya satın alınabileceğini düşünmedim".
Oysa son yıllarda bilhassa Birleşik Krallık'ta kendisinden sık sık bahsedilmesi, sanatının uzun süre görmezden gelinmiş olmasına doğal bir tepki gibi yorumlanabilir.
Belgeselin Sheffield Doc/Fest'teki tek gösteriminde hazır bulunan yönetmen Griffiths, yapımın tamamlanma aşamasında kendisine iletilen Leonora'ya ait uzun bir ses kaydını son anda filme dahil etmekten ne kadar memnun olduğunu ifade etti. Muhtelif arşiv görselleri ve videolar dışında sanatçının sesi de ressamın özel dünyasına sızmamıza yardımcı oluyor. Fakat Griffiths yine de Carrington'un etrafında bir gizem aurası bırakmayı tercih etmiş gibi.
Carrington artık revaçta
Filmin esas artısı, Leonora'nın dünyasından fışkıran bazı figürleri tablonun genel dokusundan ayırarak adeta canlandırması, hayatında iz bırakmış mekânlara yansıtarak membalarını irdelemesi. Bu animasyon mahareti de, ancak bir sergi salonunda resme uzun uzun bakarak keşfedilebilecek ayrıntılara vâkıf olmamızı sağladı.
Mevzunun derinliğine ve kahramanının hassasiyetine yaraşır müzik eşliği de filmi seyrederken hislerimizin kabarmasına vesile oldu.
Çağdaş mimari örneği, soğuk ve kişiliksiz bir salonda yapılmasına rağmen gösterimin sonunda mekândan ayrılmak istemeyen seyirciler yönetmene takdir duygularını cömertçe ifade ettiler. Edge Hill Üniversitesinde 30 Haziran günü Leonora Carrington Yüzüncü Yıl Dönümü Sempozyumunun yapılacağı da bu vesileyle duyuruldu. Darısı Leonora'nın Türkiye'deki sergilerinin başına… (MT/EKN)