"Kendimi bir gün aralarında bulduğum insanların konuştuğum dili hemen hemen hiç anlamadıklarını gördüğümde, onlara dilimi öğretmek yerine onların dilini öğrenmeyi, onların dilinden konuşmayı denedim." (Ferit Edgü / Hakkâri'de Bir Mevsim)
Aynı sözcükler yinelendiğinde başka anlamlar yükleniyor ne yazık ki. Ve değerini kaybediyor o sözcükler.
Geçen yıl yine bu zamanlardı. Özgür Gündem gazetesine yazdığım aynı başlıklı yazıda "Her şey ama her şey gözyaşlarına hakim olamayan kadının söyledikleri ile başlar. Bundan birkaç gün önceydi. Öğretmen atamaları yapılmıştı. Güzel, bakımlı, saçları fönlü bir kadın uzatılan mikrofonlara bir yandan hüngür hüngür ağlarken bir yandan da avazı çıktığı kadar "Ben okul birincisiyim... Yüksek lisans yapıyorum... Beni nasıl oraya gönderirler..." diye başlayan cümlelerim devam ederek "'Ora' dediği yer Hakkâri. Yani sevgili Ferid Edgü'nün destansı kitabını yazmaya vesile olduğu yer. Ya da Erden Kıral'a büyük başarılar getiren filmin adı. Ama o kadın niye ağlıyordu. Neden insanlar İzmir'e koşa koşa giderken neden Hakkâri denilince "şeytan" görmüş gibi korkuyorlardı. Neden, neden, neden... " diye soru sorma "cüretini" göstermiştim o yazıda.
Gelin görünüz ki bu yıl yine aynı şeyler yaşandı bundan birkaç gün önce. Ankara'nın orta yerinde kadınlı erkekli, çoluk çocuklu, analı babalı insanlar bir ekrana durmadan büyük bir heyecan ile büyük bir sevinci birazdan yaşayacaklar misali bakıyorlardı. Ancak baktıkları ekranda "Ora" denilen yer görülünce içlerini korku kapladı. Umutla bekledikleri sevinçleri gözyaşlarına dönüştü birden. Ağlamaya başaladılar... Ağlayarak birbirlerine sarıldılar... Hayatlarının neredeyse yarısını "öğretmen" olmak için çabalıyorlardı. Peki, neden bu insanlar çok istedikleri atamaları "Ora"sı çıkınca ağlamaya başlıyorlar?
İyisi mi biz sözcüklerimizi bir kez daha yineleyerek anlamanın, anlatmanın ve dinlemenin olağanüstü mucizesi ile "okul birincisi ve yüksek lisans yapıyorum" diyenlerin ve "Ora" denilince "gözyaşları" dökenlerin gitmek istemediği yere yıllar önce giden ve ismini bilmediğimiz öğretmenle birlikte "orada neler oluyor?"u da anlayarak Hakkâri'ye bir kez daha gidelim.
Her şey ama her şey adamın/yabancının/sürgünün/öğretmenin kayıp bir kentte gitmesi, bir mevsim boyunca orada yaşaması ve kendini bulmasıyla başlar. Her şeyin başladığı yer: Hakkâri'nin Peyanis (Pirkanis) köyü. Her yer karlarla kaplı. Burada kar durmaksızın insanların üstüne yağar. Göğün yedinci katından düşer bu "kayıp kentin kayıp insanları"nın üstüne. Burada kar hayatın anlamı. Hak'ın kar'ıdır. Hak ve kar(i). Ve insanlar karlarla kaplı dağlara sırtını vermişlerdir. Dağlara yaslanıp onda sırrını bulmaktan ona sırrını vermekten geçer her şey burada.
Burası Hakkâri'de bir köy. Mevsimlerden kış. Elinde çantası ile bir yabancı (Genco Erkal). Yabancı hem sürgün, hem de mahkûmdur. Ya da kayalıklara gemisinin çarpmasıyla paramparça olmuş gemisinin kaptanı. (Kutsal kitap anlatımları Nuh'un Gemisi'nin "yeni yaşam" için burada durup demirlendiğini anlatır...) Film boyunca yabancının/sürgünün/öğretmenin ismi hiç telaffuz edilmez. Bu şekilde seyircinin öğretmen ile ilgili bir ön yargı oluşturmasını engellenmek istenmektedir (kitapta da hocanın ismi geçmez). Belki de herkese aynı uzaklıkta olması için tercih edilmiştir bu isimsizlik. Filmin başından sonuna kadar ismi hiç telaffuz edilmeyen öğretmen, havada rüzgâr, tipi uğultusu, köpek havlaması, dibek sesleriyle elinde çantasıyla köye girer. Köylüler dikkatli bir şekilde bakarlar öğretmene. Köyün girişinde kurtlar öğretmene saldırır. Ramazan adındaki bir adam, öğretmenin çantasını elinden alır ve beraber köy odasına giderler. Odada etrafı izleyen öğretmen, bilmediği bu yeni dünyayı tanımaya çalışır. Daha sonra köy halkı öğretmenin yanına gelir. Muhtar öğretmenle selamlaşır ve "Kalıcı mısın" diye sorar. Çünkü bu "kayıp kent"te kimse uğramaz. Uğrasa bile hemen gitmek ister. Öğretmen yabancı olduğu bu yerde kalmakta kararlıdır ve "Kalıcıyım," der. Herkes şaşkındır. Şaşkın bakışlarla öğretmeni izlerler. Köylüler ve öğretmen beraber çay içip sohbet ederler.
Gördükleri karşısında şaşırır öğretmen. Sanki bir başka dünyaya gelmiş gibidir. Bembeyaz doğa, dağ ve dilini bilmediği bu insanların karşısında bir çarpılmayla karşı karşıyadır. Gördükleri gerçek değil bir düştür sanki.
"Niçin geldim buraya? Nasıl geldim buraya? Sürgün müyüm? Kimin sürgünü? Başkaları mı sürdü beni yoksa... Hayatımın bir mevsimini burada yaşayacağım. Bu dört duvar arasında ve dışarıda karların içinde ve dışarıda insanların arasında. Gün ola hayrola..."
"Gün ola hayrola..." dediği gecenin sabahında yine kendisiyle konuşur. Bu konuşmalar öğretmenin bir arayış içerisinde olduğunu göstermektedir.
"Nereden geldiğini, niçin geldiğini hiçbir işine yaramayacağını bildiği için hatırlamayan, hatırlamak istemeyen ben, ola ki bir gün burada kendimi ararken başkalarını bulacağım. Niçin olmasın..."
Okulu açar ama okul çaresizlik içinde. Okulu onarırlar ve çocuklar okula gelir. Ancak çocuklar kitapsız, deftersiz olduğu kadar ayakkabısız, çorapsız ve portakalsızdır da. Ne anlatacaktır ki onlara? Bırakın ortak bir yaşamı ortak bir dilleri bile yoktur. İki yabancı gibi birbirlerine bakarlar. Anadilleri olan Kürtçe ile konuşup bağıran, öğretmenin kendi dilinde soru sorduğunda cevaplamayan bu çocuklarla nasıl anlaşabilecektir. Öğretmenin "Defterlerinizi, kalemlerinizi çıkarın" dediğini anlamayıp Kürtçe "Na!" (hayır) diye bağırırlar. Bu duruma çok şaşıran öğretmen ilk dersi dışarıda işler ve öğrencilere güneşi, dünyayı ve ayı anlatır. Öğretmen "hiç deniz görmemiş çocuklar"a denizden bahseder. Ancak karşılık bulamayacaktır. Çünkü öğretmen onların dilini bilmemekte çocuklar da öğretmenin dilini bilmemektedir.
Gördükleri ve yaşadıkları karşısında şaşkına dönen öğretmen, bundan önceki yaşamını sorgulamaya başlar. Sorguladıkça daha önceki yaşamına olan kuşkuları artar. Geçmiş düşe, düşler de gerçeğe dönüşür dışarıda durmadan yağan kar gibi. Kaldığı evin odasında bir sevgili fotoğrafı, anılar, sevgiliye yazılan ve sevgiliden gelen mektuplar varken dışarıda çocuk ölümleri, acılar, yoksulluklar, yoksunluklar, Zazi (Şerif Sezer)'nin gözyaşları ve haykırışları var. Çünkü Zazi'nin eşi olan muhtar yeniden evlenmek istemektedir. Muhtarın yeni bir kadın getireceğim demesiyle Zazi başını önüne eğer, evden dışarı çıkar ve uzaklara bakar. Zazi'nin üzgün hali öğretmenin dikkatini çeker ama bunun için bir şey yapmaz/yapamaz.
Akşam evde eşine/sevgilisine mektup yazarken içeri Zazi'nin kardeşi Halit (Erkan Yücel) gelir. Tanışmak için geldiğini söyleyen Halit'in konuşmaları öğretmeni düşündürür. Kendisinin de köyde bir yabancı olduğunu, yabancıları da bu yüzden sevdiğini söyleyen Halit, kendisini hiçbir yere ait hissetmemektedir. Eşlerinden birinin ve çocuklarının o köyde, başka bir eşinin ve çocuklarının da Oramar'da olduğunu söyler. Halit'in gidişinden sonra öğretmen gaz lambasının başında yazdığı mektuba devam eder. Sevgilisi köy hakkında bilgi istemiştir ondan. Ama ona burayı nasıl anlatacaktır? Burasını anlatacak kelimeleri nasıl bulacaktır? Buraya gelmeden, burada yaşanmadan, bu acılara, yoksulluklara, çaresizliklere tanık olmadan buraları tanımak, tanımlamak, anlatmak mümkün müdür?
Sevgilisi ona "Fotoğraf çek" der. Hangi fotoğraf bu gerçekliği yakalayabilecektir ki? Netliğini ayarlayıp Zazi'nin acısını, Halit'in Oramar düşünü, portakal yemeyen çocukların düşlerini, bu insanların acılarını, yoksulluklarını, çaresizliklerini, haksızlıklarını ya da kendi düşlerinin fotoğrafını çekebilir mi? Hiçbirini yapamaz ancak Çehov'un "Zamanım olsaydı kısa yazardım." dediği gibi kısa cümlelerle yazar. Yazdıkça kendini bulur. Yaşadıkça kendini bulacaktır bu dağ köyünde.
Öğretmen, mektubunu tamamladıktan sonra gaz lambasını söndürür ve yatar. Gece kâbuslar görerek ter içinde uyanır. Çocuklara bir şey olduğunu düşünerek dışarı çıkar. Gece ne olduğunu anlamayan öğretmen sabah ter içinde uyanır. Başında Halit vardır. Kaynattığı otu kendisine içirmeye çalışmaktadır. Birbirlerine gece neler olduğunu anlatırlar. Çünkü görülen düşün öğretmenin mi yoksa Halit'in mi olduğu tam olarak anlaşılmaz. İkisi de birbirlerinin düşlerini çözmeye çalışır. İyileşir iyileşmez öğretmen, muhtarın oğlu Fazıl ile birlikte Zazi'nin yanına gider. O gece yaşadıkları ile ilgili Fazıl'ı aracı kullanarak sorular sorar. Zazi ise öğretmenin sorduklarından bir şey anlamaz.
Öğretmen kasabaya gider. Öğrencilere defler, kitap ve kalem getirir. Birinci sınıf öğrencilerinden boyama kalemleri ile resim yapmalarını diğer öğrencilerden de bildikleri sözcükleri defterlerine yazmalarını ve sonrasında bunları teker teker okumalarını ister. Öğrencilerin en çok tekrar ettikleri kelimeler öncelikle onların yaşamlarını en çok etkileyen kar, dağ, keçi, rüzgâr, köpek, asker, bayrak, yoğurt gibi kelimelerdir. Çocuklar şehir hayatına ait kelimelerinden hiçbirini söylememişlerdir. Filmin ilerleyen sahnelerinde köydeki bebek ölümlerinin çocukların çizdikleri resimlere yansıması da bunun göstergesidir.
Filmin en etkileyici sahnelerinden birisi Muhtarın düğününe birkaç gün kala Zazi'nin, oğlu Fazıl ile birlikte öğretmenin evine gitmesi ve ondan muhtarla konuşmasını istediği sahnedir. Çocuk olarak "var olmanın dayanılmaz acısı"nın en yalın ifadesidir. Zazi geleneklerden ötürü bir yabancı olan öğretmene bakmamaktadır. Oğlu Fazıl'la konuşmakta, Fazıl ise annesinin söylediklerini öğretmene aktarmaktadır. Zazi öğretmenden kocasının olan muhtarın üstüne kuma getirmesini önlemesini istemektedir:
"Sen söyleyeceksin, anam öyle diyor, babama bir de senin söylemeni istiyor. Diyor ki, sor ona, hasta mı Zazi, de evinin direği değil mi, de sana iki çocuk vermedi mi, de güzel değil mi. Sor ona, gönlü mü düştü o kıza, diye. Bir de yabancı söylesin diyor, belki dinler, diyor. Dinlemese de söylesin, diyor. Senden bunu istiyor anam."
Annesinin söylediklerini aktaran Fazıl, annesinin bu sözlerine dayanamayıp ağlamaya başlar. Zazi oğlunu bağrına basar. Öğretmen çaresizlik içinde, öylece onları izlemektedir. Elinden bir şey gelmez. Oysa bebek ölümleri başladığında bütün köylüler ona bir kurtarıcı/Mesih gözüyle bakacaktır. Artık Zazi'ye başını önüne eğerek kabul etmekten başka bir yol kalmamıştır. Bir süre sonra da çocuğunu alarak muhtarı terk eder.
Filmin en can alıcı sahnelerinden bir diğeri de Alaeddin'in öğretmenden portakal istemesidir. Yoksulluğun, yoksunluğun çaresizliğin göstergesidir bu sahne. Öğretmen ile Alaeddin arasındaki konuşma şöyle gerçekleşir.
Hoca: "Hayrola Alaeddin?"
Alaeddin: "Hoca benim kardeş çok hasta."
Hoca: "Neyi var?"
Alaeddin: "Ateşi var çok."
Hoca: "Dur sana bir ilaç vereyim."
Alaeddin: "İlaç istemez hoca, sen ona bir portakal ver. Portakal yememiştir hiç."
Portakalları aldıktan sonra büyük bir mutluluk içinde onlara gaz lambasının ışığında bakan Alaeddin, sevinçle koşarak eve gider. Duydukları fakat hiç yemedikleri portakala ulaşabilmek için öğretmene kardeşinin hasta olduğunu, portakal yediği takdirde de iyileşeceğini söyleyen Alaeddin portakal alabilmeyi başarmıştır. Hem de "yalan" söyleyerek.
Bir gece Halit öğretmenin evine tekrar gelir. Öğretmen, kendisi gibi bir "yabancı" olan Halit'in düşlerine girip düşlerini çözmeye çalışır ya da kendi düşlerini. Halit, öğretmene düşlerini/hayallerini/umutlarını anlatır:
"Bir gün, gördüğün o iki katlı evi bitireceğim hocam. Çocuklarımla oraya göçeceğim. Üst katta yavrumla ben oturacağım. Alt katta karımla çocuklar. Dürbünümle dağları seyredeceğim bütün gün. Büyük bir radyo alacağım. İstanbul'u, Ankara'yı, Bağdat'ı dinleyeceğim. Bir gün bitireceğim o evi hocam. Ve bitirir bitirmez sana haber salacağım. Geleceksin." Halit "Gideceğim hocam," dediği yere, çok sevdiği Oramar'a gidecektir.
Sonunda okul da, kış da biter... Bahar gelir... Yeni bir mevsim... Karlar eriyip dağlardan aşağıya, giden Zazi'nin gözyaşları gibi gürül gürül akar. Çocuklar kış boyunca ayı, güneşi, dünyayı, görmedikleri ve belki de hiçbir zamana göremeyecekleri denizi ve portakal yemeyi öğrenir. Öğretmen de, otlu peynir yiyerek, bebeklerin ölümünü, Zazi'nin acısını, portakal yemeyen çocukları görerek, Halit'in düşüne girerek, kendi kendisiyle konuşarak, yazarak ve yaşayarak öğrenir. Daha önce yaşadığı yaşam ile şu an yaşadığı yaşam arasında ne kadar fark olduğunu anlar, öğrenir, yaşar ve kendini bulur.
Karların erimesi ile birlikte yollar açılır. Öğretmen geçen süre içinde köye fazlasıyla alışmıştır. Nereden geldiğini unutacak kadar kendisi de oralı olmuştur. Hiç beklemediği bir anda köye gelen müfettişin ve ona "Artık istediğin yere gidebilirsin!" demesi üzerine öğretmen "Gidecek bir yerim yok," cevabını verir. Ve iç sesiyle bize bir daha seslenir:
"Sanki uzun yıllardan beri burada yaşıyorum. Yoksa burada mı doğdum ben, burada mı öleceğim? Hiçbir şey şaşırtmıyor beni. Adeta uyuştum, unuttum her şeyi. Her şeyi; geçmişimi, kentleri, insanların acılarını..."
Kendisini ait hissettiği yere veda etmenin zamanı gelmiştir artık. Öğretmen çocuklar ile vedalaşmak için sınıfa gelir ve sanki daha önce öğrettiklerini "unutun çocuklar" dercesine çocukların anlayamayacağı cümleler kurar. Çocuklar anlamayan gözlerle öğretmeni dinler ve öğretmenin "Dersimiz bitti, çıkabilirsiniz!" cümlesi karşısında sessizliklerini koruyup dışarı çıkmazlar. Öğretmen çocukları dışarı çıkartır ve onların dere kenarında fotoğrafını çeker. Köyden ayrılmak üzere olan öğretmen odasına son bir kez bakar ve kapıdan çıkar. Köyün dar sokaklarından geçerek ilk geldiği yoldan, ilk geldiği günkü gibi dibek sesi ile geri döner.
Filmin ilk sahnesinde öğretmenin nereye gittiği kim olduğu belli değildi. Kamera genel plandaydı. Öğretmenin sırtı boşluğa dönüktü ve görünürde ne bir ev ne de bir yerleşim yeri vardı. Sadece bembeyaz doğa ve dağlar vardı. Sahnenin düzenlenişi de bir "kaybolmuşluk" duygusu vermekteydi. Filmin son sahnesinde ise önde öğretmen, arka planda ise köy vardır. Sahnenin düzenlenişi bu kez bir "var olmuşluk" duygusu vermektedir. İlk sahnedeki kaybolmuşluk duygusu öğretmeni terk etmiştir artık. Öğretmen kendini bulmuştur. Ait olduğunu hissettiği köyü de sırtına almış gibidir. Tıpkı dağa yaslanıp sırrını onda bulan köylüler gibi. Artık nereye gittiğinin bir önemi yoktur. Geldiği yer daha önemlidir. Geldiği yani ait olduğu yer bir mevsim için yaşadığı, insanlarını tanıdığı, düşlerine girdiği ve benimsediği köydür.
Son söz ve son cümle olarak dün "okul birincisi olan ve yüksek lisans" yapan kadın ile bugün gözyaşları döken diğerleri kitabı okusaydı, sonra filmi izleseydi ve çok sonra "Nuh'un yeni yaşam için gemisini demirlediği" Hakkâri'ye gözyaşları dökmeden gidip yaşasaydılar sahi yine ağlarlar mıydı acaba? (KT/EKN)