Ülkemizin içinde bulunduğu siyasal atmosfer ile birlikte, “Öteki ve kimlik minör edebiyat” kavramlarını yeniden hemhal olurken, Suzan Samancı’nın eserlerini kronolojik sırasıyla okuma eylemine sürüklendim.
Hülya Yetişen ile yaptığı röportajında şöyle diyor:
"Her toplum ötekisini yaratarak var oluyor bir bakıma, bizler öteki olmamızın gerçeğini kavrarken, bu kavrayış itaatte ve bizi ezenlerin onayına ihtiyaç duyma psikolojisine sürüklerse yabancılaşma söz konusu olabilir. Her şey yabancılaşma süreciyle dolaysız bir bağ içindedir. Edebiyat açımlandıkça, kültürler birbirini besleyip büyüttükçe, özgürlüğün ortaya çıktığı alan olur. Baskıcı ve yasakçı yönetimler karşısında insan zafer getiren özgürlük imgesine dönüşür ve böylelikle, edebiyat kendisine rağmen, bir özgürlük alanı kendi tahakküm arzusundan kurtulan bir oluşun savunucusudur. Kendi içimizdeki düşmanı görmedikçe, farklı düşünen ve farklı yaşayanlara karşı geliştirilen öfkeyle beslenildiği sürece, ne eleştirel bir ruh ne de analitik düşünme gelişebilir."
Halepçe’den Gelen Sevgili romanında 16-Mart- 1988’de öldürülen Kürtlerin yeterince dillendirilmeyen gerçekliğinin o acı eşiğinde, yaşamak ve var olmak isteyenlerin susturulamayan çığlığı, yeniden hayat bulmak istercesine, okuyucu bu direniş ve varoluşun sınandığı bir mekân içinde, şiir, edebiyat ve felsefeyle yoğrulmuş bir tanıklıkla, unutmanın kolaylığını ve cazibesini altüst ederek, Halepçe’nin küllerinden, Türkiyeli Kürt şair Ahmed Arif’in “Unutmak tükenmektir, hatırlamak direnmektir” sözlerini anımsatırcasına irkiltir. Unutmak: Ölülerin ikinci kez ölmesi, direnişin ise boşlukta kalmasıysa, Heidegger'e göre ise unutmak sıradan bir belleksizlik değil, ontolojik bir boşluktur; çünkü unutma eylemiyle birlikte, yalnızca bir olay değil, varlığın ve hakikatin kendisi de silinmiş olur. Hatırlanamayan şey köksüzleşir; aynen unutanın kendi varlığını da tüketmesi gibi. Bu yüzden hatırlamak ve unutturmamak, yalnızca etik bir görev değil, varoluşun temel şartıdır da.
Unutmanın tükeniş, hatırlamanın ise direniş olduğu bu romanda, edebiyat hem bir tanıklık hem de bir yeniden doğuş aracı görevini üstlenirken, Samancı’nın dili sadece tanıklıkla yetinmez; bu yıkımı varoluşun derin katmanlarıyla da örmeye çalışır. Halepçe’ye atılan kimyasal saldırıyla harabeye çevrilen ve 7 binden fazla insanın yok olduğu, o sabahın gölgesinden doğar ve ailesini bu katliamda kaybeden Delila adlı kadın karakterin kaleminden dillendirilir. Kürtlere yönelik bu kıyım, salt siyasi bir strateji değil, varoluşun anlamını sorgulatan bir kırılmadır. Halepçe’de insan, yalnızca ölmez; insanlığın anlamı da yara alır. Samancı’nın romanında Halepçe sadece bir mekân değil, aynı zamanda bir ontolojik yara, bir tarihsel çığlıktır. İşte Samancı bu yarayı ve belleği bir araya getirerek, Halepçe’den sürüklenip gelen acının yalnızca kurbanlara değil, tüm insanlığa ait olduğunu şiirsel ve kendine özgü tavrı ile gösterir.
Varoluş felsefesi, Halepçe gibi trajedilerin gölgesinde çok daha somut hale gelir. Heidegger’in “kaygı” Sartre’ın “Bulantı” dediği kavram Halepçe’de ete kemiğe bürünen toplumsal bir yazgıya dönüşür. İnsan, yakınlarına yas tutarken, kendi ölümlü gerçeğini anımsarken, aynı zamanda ötekinin yok edilebilirliğinin de çaresizliğini ayrımsar.
Samancı’nın en büyük yeteneği, edebiyatın, tanıklığını estetize ederek, Halepçe'nin enkazından doğmuş sevgilerin, arkadaşlıkların, aşkların imgelemini bir “yas” hatta daha da öte bir ağıda dönüştürürken “kaba gerçeklikten” uzak şiirsel anlatısıyla okuyucu ile bütünleştirebilmesidir.
Romanın kahramanları ölümle her an yüzleşirken, yine de dillerinde, sevdalarında, anılarında bir direnç taşırlar. Sevgili figürü bireysel bir özlem olmaktan çıkarak, kaybolan yüzlerin, yarım kalmış hayatların, yok edilen bir halkın sembolüne dönüşür. Bu anlamda roman hem varoluşsal bir direnişe, hem de belleğin taşıyıcılığını üstlenir. Romanın sayfalarında şu cümle dikkat çeker: “Bir Kürt şair olan Cegerxwin’in şiirleri duaya dönüşüyordu.” Bu vurgu, edebiyatın nasıl bir dua, bir yas ritüeli, bir direniş biçimi hâline geldiğini gösterirken, romanın dile yüklediği kutsal sorumluluğu daha da belirgin kılar.
Samancı’nın “kötülük nedir, Tanrı kötülüğü önleyebilir mi, ölüm ve Tanrı arasındaki bağ” gibi varoluşsal sorulara yaklaşımı bize Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler’indeki Tanrıyı sorgulayan İvan’in diyaloglarını anımsatır. Ölüm Dostoyevski’de Tanrıya duyulan inancı sarsar ama onun zorunluluğunu ve Tanrı'nın yokluğunda içine düşülebilecek nihilizmi hissettirir. Ancak her iki yazar da aynı varoluşsal sorulara yanıt arar: Halepçe'den gelen Sevgili’de, Delila’nin sorduğu “Ölüm olmasaydı ne olurdu?” sorusuna romanın derin katmanlarından Zeynep’in sesi yanıtlar: “Tanrı olmazdı, daha doğrusu Tanrılar biz olurduk, Tanrı’nın bizi yaratması onun kendi varlığıdır ve iyi ki ölüm var.” Bu cümle, ölümün yalnızca bir son değil, anlamın koşulu olduğunu vurgular. Ölüm, varlığı sınırladığı kadar insanın Tanrı’ya ve sonsuzluğa dair arayışını da mı doğuruyor yoksa… Zeynep’in fısıldadığı bu hakikat, romandaki en belirgin metafizik sorusudur. Çekilen acıların karşısında Tanrı’nın suskunluğu insanların suskunluğu ile sanki aynıdır. Delila’nın sorduğu soru filozofların yüzyıllarca yanıt aradığı “teodise” sorusunu dile getirir: Tanrı varsa ve iyi ise masumların çektiği acı nasıl açıklanır? Yoksa insan sonsuzluk ile sonlunun, varoluş ile yok oluşun birleşimi midir?
Okuyucu da bu sorular arasında gidip gelir ve yanıt arar. Varoluşsal soruları doğa ile de ilişkilendiren Samancı, Halepçe yıkımının tam ortasında bile doğayı kullanarak, insanın varoluşuna dair metaforlar üretir. İşte o satırlardan yankılanan bir cümle: “Biliyor musun cırcır böceklerinin çok hazin bir öyküsü var. Yumurtalarını ısıtmak için ayaklarını karınlarına sürtüp çıkardıkları ses bu! Yumurtalar olgunlaşıp yavrularını doğurduklarında hemen ölüyorlar ana ağustosböcekleri.”
Bu doğa gözlemi, romanın estetik ve felsefi yoğunluğunda yansıma bulur. Yaşam ve ölümü içinde taşır; fedakârlık, kayıp, varoluşun ayrılmaz parçalarıdır. Ağustosböcekleri gibi, Halepçe’de de hayat, daha doğar doğmaz ölümle sınanmıştır. Doğa, insan kaderinin aynası mıdır yoksa? Ama ölümle çevrili bu dünyada bir başka güç daha vardır: Aşk!
Samancı’nın romanında aşk, masum bir romantizm değil, küllerin arasından yeşeren bir filizdir. Halepçe’nin harabeye dönmüş sokaklarında sevmek, aynı zamanda anımsamaktır. Bir sevgiliyi kucaklamak, bir halkın sesini taşımaktır. Romanın kahramanları için sevmek, yalnızca bireysel bir duygu değil, varoluşun en derin biçimlerinden biridir. Samancı, aşkı bir tür ontolojik isyan olarak resmeder ve aşkın öyküsü üzerinden Halepçe’nin yankısını okuyucuya duyurur. Sevgili figürü, yalnızca bireysel özlemin değil, yok edilen bir halkın da simgesidir. Ölümün kaçınılmazlığına karşın insanın sevmeyi seçmesi, Sartre’ın özgürlük anlayışını çağrıştırır: İnsan, en ağır koşullarda bile “seçim”dir. Hiç bir şey yapmamak, hiç bir şeyi seçmemek de bir seçimdir. Samancı'nın seçimi ise unutmaya karşı anımsama ve yine anımsamadır.
Samancı, romanında varoluş felsefesinin temel sorusunu yeniden sorar: Yaşamak ne demektir, eğer bu kadar kolay silinebiliyorsa? Fakat aynı zamanda yanıtı da imler: Yazmak, tanıklık etmek, anlatmak… Bunlar varoluşun direniş biçimleri değilse nedir? Halepçe’de ölenlerin ardından yazılan her satır, onların sesini bugün de duyulur kılan bir belgedir. Halepçe’den gelen sevgili, yalnızca bir roman değil;
hâlâ bize seslenen, hâlâ sitem eden bir sestir. O ses, insanlığa şunu fısıldar: Unutma! Çünkü unutursan bir kez daha ölünür.
Ölen bedenlerin suskunluğu, dillerin ve şarkıların devamıyla aşılır. Bu açıdan roman, Kürt şair Abdullah Peşew’in şiirindeki hakikati yeniden kurar: “Halkımı öldürdüler, ama dilimi susturamadılar.” Bu dizeler yalnızca edebi bir haykırış değil, bir halkın ve bir çağın varoluş çağrısıdır. Öldürülen bedenlere karşın susturulamayan bir dilin romanıdır Halepçe’den Gelen Sevgili. Bu nedenle salt bir roman değil, aynı zamanda felsefi bir tanıklık, edebi bir ağıt ve etik bir çağrıdır. Roman, Peşew’in bu dizesine eşlik edercesine, Samancı’nın, H. Yetişen ile yaptığı röportajında, şöyle diyor:
"Anadilinde yazamayan azınlığın Majör bir dilde yaptığı 'Minör Edebiyat'ın çemberindeyiz bir bakıma. Minör edebiyatın en önemli özelliği her şeyin siyasal olmasıdır. Toplumsal plan ve çevre arka plan olarak kalır. Deleuze ve Guattari, 'Minör Edebiyat ve Kafka' adlı eserlerinde bunu çok güzel açıklanıyor. Kafka’yı en iyi inceleyenlerden Gilles Deleuze ile Felix Guattari’dir. Minör Edebiyat İçin Kafka adlı incecik kitap çok şey söyler. Anadillerinde yazamayan ne kadar çok insan var günümüzde? Göçmenlerin, sürgünlerin ve çocukların sorunu… Minör edebiyatın sorunu, aynı zamanda hepimizin sorunu. Deleuze ve Guattari, 'İnsan nasıl kendi öz dilinin göçebesi ve çingenesi olur' derken, Kafka 'Çocuğu beşikten çalmak, gergin ipte dans etmektir' diyor. Ve bizler de beşikten çalındık, gergin ipten öte, hem de ateşler üstünde dans ediyoruz; kendi dilimizin göçmeni, çingenesi ve günahkârıyız… Nedir 'Minör edebiyat'? Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır. Ama temel özelliği, dilin güçlü yersiz yurtsuzlaşma katsayısından her koşulda etkilenmiş olmamasıdır."
(JYF / AB)


