Annelik, şiddet ve politika üzerine yazmaya başlarken, aklıma, özellikle dil üzerine deneysel yazıları ve kitaplarıyla bilinen Fransız yazar Nathalie Sarraute’un bir denemesi geliyor.Almanca “Ich sterbe” başlığını taşıyan bu denemede Sarraute, Rus yazar Çehov’un Almanya’da bir hastanede ölüm döşeğindeki bir anını anlatır. Kendisi de doktor olan Çehov, öleceğini anladığı sırada doğrularak Alman doktora, kendi dilinde değil, Almanca olarak “Ich sterbe” der, yani, “ölüyorum”.
Sarraute’e göre bu jestin anlamı kendi ölümüne bütün ağırlığıyla sahip çıkmaya çalışmaktır. Yanındaki Rus karısına, Rusça ölüyorum deseydi, herşey nasıl da hafifleşecekti. Gündelik dilde ne çok kullanırız bu sözcüğü. Gülmekten öldüm, yorgunluktan öldüm...Ay, ölüyorum. Oysa Çehov, bir doktor olarak, karşısındaki doktorun dilinde bu anı bütün dehşetiyle karşılamaya ve son iradesiyle bu dehşeti sözcüklere dökmeye çalışmıştır.
Kendine karşı acımasız, bir o kadar nafile ama anlaşılır bir çaba. Modern toplumda hastane köşelerine itilen, kendi ritüellerinden uzaklaşan ölüm nasıl çoğu kez dilsiz kalıyor ve teknikleşiyorsa, sembolik düzeni parçalayan şiddet de bir toplumsal olgu olarak sözün sınırlarında duruyor.
Türkiye tarihinde işkence, kayıplar, kıyımlar, zorunlu göç gibi yaşanmış ve yaşanmakta olan şiddete dayalı birçok olay ve süreç politik dilde bütünlüklü bir karşılık bulamıyor. Gündelikliğin rutini ya da tekilliği yokeden politik sloganlar içinde dehşetini yitiriyor. Toplumsal şiddete tanıklık ertelenmiş, parçalanmış, yabancılaşmış olarak kalıyor çoğu kez. Yine de, şiddete tanıklığı bir öznellik biçimi olarak düşünebiliriz.
Şiddeti algılamak da onunla uğraşmak da gerçekten çok zor. Herşeyden önce “demokratik modern toplumun” ideolojik kurgusu, şiddetin hep arizi ve sıradışı olduğunu vazeder. Yasa ve kurallar bütününün toplumu şiddetten arındırdığı ve devletin tekelinde topladığı varsayılır. Devletin kullandığı şiddet bir “güvenlik” sorunsalına çevrilmiştir. Böylelikle toplumdaki şiddetin ele alınması ve denetimi bizzat bir toplumsal iktidarın aracı haline gelir.
Batılı toplumlarda bilimsel söylemlerle şekillenen ve gerekçelenen bu “demokratik” şiddet politikasının “istisna”ları çok fazla olsa da, nedense politika kuramlarında çoğunlukla görünmez kalmıştır. Birçok Avrupa toplumunun sömürgelerindeki açık şiddete dayalı iktidar etme biçimleri, yabancılara ve göçmenlere uyguladığı şiddeti merkeze alan yöntemler, belki de bunun en açık örneği olarak toplama kampları devlet şiddetinin kural koyucu “istisna”ları olarak durmaya devam ediyorlar.
Ancak bir yandan Agamben’in ileri sürdüğü gibi giderek istisnalar kural oluyor; “kamp” bugünün dünyasında egemenliğin hakim tarzı haline geliyor. Türkiye’de de devletin yasa ve şiddetle ilişkisinin bulanık yapısını ifade eden “derin devlet” terimi bu açıdan irdenelebilir; bir döneme ya da belirli gruplara işaret etmekten çok egemenliğin tarihsel ve tanımlayıcı bir boyutu olarak düşünülebilir.
Böyle bakınca, yasanın sınırlarını aşarak yasayı yerinde tutan başka birçok şiddet biçiminde olduğu gibi, “gözaltında kayıplar”ın da sistematikliğini ve egemenliğin yapısındaki işlevini görmek gerekiyor. Yine de başta dediğim gibi, şiddeti algılamak, onu dile dökmek, ona karşı bir politika üretmek hiç de kolay değil.
Schmidt’in tartıştığı gibi Batılı politika geleneği sonuçta dost ile düşmanın ayrıştırılmasına ve bu bağlamda bir ittifaklar meselesine dayandırılır. Oysa şiddetin “ben” ve “öteki” arasındaki sembolik sınırları yıkan, varolan anlam haritalarını yerle bir eden, bu anlamda politikayı yokeden, benzetme yerindeyse, “yangın”ına karşı ittifaklar politikası çoğunlukla güçsüz ve çaresiz kalmaktadır. Şiddete tanıklık ederek onun gücünü kırabilen bir politika tarzını düşünmek bugün acil bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor diye düşünüyorum.
Bu yazıda, her örneği tüyler ürpertici olan kadınlara yönelik şiddetle iç içe geçen, aslında ondan hiç de bağımsız olmayan başka bir şiddetin sistemik özelliğine karşı toplumsal kadınlık konumlarından gelen bir tepkinin politik niteliğine dikkat çekmek istiyorum. Örneklerim kayıp annelerinden gelecek.
Temel sorum, nasıl oluyor da özel alanda doğal bir “bakım” işleviyle tanımlanan “annelik”, “gözaltında kayıp” gibi son derece stratejik bir şiddet biçimine tanıklık eden politik bir özneye dönüşebiliyor? Herşeyden önce “annelik” konumunun toplumsal olarak nasıl tanımlandığına ve nasıl yaşandığına bakmak gerekiyor. Tanım ve pratik bağlam arasındaki çatışma, bize annelik politikasının ipuçlarını verebilir.
Başka birçok toplumda olduğu gibi bu toplumda da annelik yüceltilmiş bir konumdur. En başta milliyetçilik söylemi anneliğe yatırım yapar, “milletin anaları” kutsal sayılır, baştacı edilir. Piyasa, çağdaş yaşam gibi başka birçok söylem de anneleri hedef kitlesi olarak seçer. Anneliğin tanımınlanmasındaki kilit sözcükler fedekarlık ve diğerkamlıktır (kendinden vazgeçiş).
Öte yandan, birer kadın olarak anneler toplumdaki yaygın kadın düşmanlığından nasibini alırlar. Hepimizin bildiği gibi bu toplumda çok yaygın ve sistemli bir kadın düşmanlığı var. (Ne ironiktir ki feministler kamusal alanda sürekli olarak erkek düşmanlığıyla suçlanırlar.) Örneğin, kadınkurultayı sitesinde her gün ülkenin çeşitli yerlerinde (sadece Doğu’da değil!) dövülen, sakatlanan, öldürülen, işkence edilen kadınlarla ilgili haberler okuyoruz.
Bunların birçoğu anne ya da anne adayı. Ancak çok açık ki, kadınlara yönelik bu öldürücü yaygın şiddetin karşısına ne kadınların kendiliğinden iyiliğini ve barışseverliğini, ne de doğal gücünü koyabiliriz. Bütün ezilmiş kesimler gibi kadınlar da ezilmişlikten kurtulmanın telaşı içinde çeşitli taktiklere başvururlar. Kimi zaman kendilerinden daha aşağı statüdeki kadınları aşağılamayı, sık sık birbirlerine kazık atmayı, çoğu zaman kendi “seçilmişlik”lerini garantilemek için varolan hegemonik iktidar örüntülerine uyum sağlamayı bilinçli ya da bilinçsiz bir yöntem olarak benimserler. Hiçbirimiz için yeni bir şey değil, kendi hayatlarımızda olduğu gibi yine örneğin kadınkurultayında gündeme gelen tartışmalarda bunun sayısız örneklerine rastlıyoruz.
Sonuçta öznellikleri toplumsal iktidar ilişkileri içinde şekillenmiş kadınların doğal olarak iyicil ya da kötücül olduğunu söyleyemeyiz. Bu önermeden hareketle annelik, şiddet ve politika meselesine dönersek, kadınların bu toplumsal şekilleniş içinde, şiddeti çok yakından tanıyarak ancak bir yandan da bunun karşıtı bir “bakım” göreviyle tanımlanarak sahip olabilecekleri bir güce işaret etmek istiyorum. Bu çerçevede evin içine sıkıştırılmış, kadınlara verilmiş bir görev olan, günümüzde de belirli bir kesim içinde giderek özelleştirilen “bakım” kavramını toplumun bütünündeki muhalif politik anlamlarıyla yeniden düşünebiliriz.
Bir ötekine sonsuz ve koşulsuz “özen” (care) Levinas felsefesi açısından ahlakın biricik temeli olarak görülür. İndirgenemez ve genelleştirilemez bir ötekinin çağrısına yanıt vermek ve onu yaşatmak en büyük sorumluluk olarak tanımlanır Levinas tarafından. Aslında Avrupa humanizmini büyük bir sarsıntıya uğratan dehşete, Holocaust’a ahlaki bir tepki vermeye çalışan Levinas’ın önermesinin temelindeki kayıtlılık, ilhamını anneliğin çocuklara ve eve karşı koşulsuz özeninden ve bakımından alır. Ancak cinsiyet rejiminin hiyerarşilerini yeniden üretmekten kaçınamayan Levinas için annelik, adalet ve dürüstlük çağrısının ahlağından uzakta ayrı bir dünya olarak kalmaktadır. Anneler sıcak bir kucaklama sağlasalar da sorumluluğa dayalı bir ahlağı ortaya koymazlar.
Türkçe’de “özen” ve “bakım” farklı çağrışımları olan iki ayrı sözcük. Ahlaki ve duygusal bir çağrışımı olan özeni maddi pratiklerin alanına taşıdığımızda ve cinsiyetlendirdiğimizde “özen”in toplumsal karşılığının “bakım” olabileceğini görürüz. İçinde yaşadığımız cinsiyet rejimi içinde annelik bu türden bir bakım kavramıyla tanımlanmıyor mu? Evin, ailenin ve çocukların bakımı için anne, kendi benini aşarak sonsuz fedekarlık göstermeli, özellikle de çocukların çağrısına koşulsuz olarak yanıt vermeli, onları her koşulda yaşatmaya çalışmalıdır. Bu idealin gerçekleşmesinin ne denli imkansız olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.
“Bakım” görevi sadece kadınlara verildiği, ailedeki duygusal ve maddi ekonomi kadınların sömürülmesi, şiddet ve baskı altında tutulmasıyla döndüğü sürece, kadınların bu türden bir sonsuz özeni ve bakımı yaşatmaya çalışmaları kendi üzerlerinde kurulan baskıyı kabul etmeleri anlamına gelecektir. Nitekim feminist literatürde aile içindeki bakım, Levinas felsefesinde olduğu gibi özen ve ahlakla değil, kadınların karşılıksız ve görünmeyen emeğiyle, sömürüyle, baskıyla ilişkilendirilmiştir.
Bakımın bir karşılığı olması gerektiği düşüncesi, kadınların yeniden üretime yönelik emeklerinin tanınması, genel ekonomi içinde bir anlam ve karşılık kazanması talebini getirir. Ancak öte yandan da bu talep paradoksal olarak bakım kavramını yabancılaştırır, koşullandırır. Bunun en görünür örneği üst orta sınıf kadınlar için “bakım”ın giderek parayla satın alınan bir hizmet haline dönüşmesidir.
Evdeki çocuk bakıcısı, hasta bakıcısı, temizlikçi gibi. “İşveren” kadınları özgürleştiren bu durum, toplumda “bakım” işine mecbur bırakılan bir emekçi kadınlar kitlesi yaratmaktadır. Buradaki derdim, Aksu Bora’nın kitabında çok daha derinlikli olarak ele aldığı kadınlar arası sınıf farklarına girmek değil.
Sadece kadınları ve özellikle anneleri tanımlayan “bakım” idealinin kapitalist ve şiddete dayalı bir cinsiyet rejimi içinde nasıl anlamsızlaştığını vurgulamak istiyorum. “Özen gösteren anneler...” içi boşalmış reklam sloganlarından öteye gitmiyor. Ancak, sonsuz ve karşılıksız bakım kavramı toplumsalın alanına taşındığında, dünyaya ve yaşama karşı bir kayıtlılık hali olarak düşünüldüğünde, annelikle özdeşleşen bakımın ölüme ve şiddete bir tanıklık biçimi olarak ortaya çıkabileceğini görüyoruz.
Özel alandaki kadınlığın ve anneliğin sınırlarını aşıp, hatta oradaki “görev”lerini ihmal ederek kamusal alana çıkan Arjantin’deki Mayıs Meydanı anneleri ya da Türkiye’deki Cumartesi Anneleri, bakım kavramına hem ahlaki hem de politik olarak yeni bir anlam verdiler.
Savaşların gazetelerden ve televizyonlardan tüketilmesinin; insan topluluklarının “terörist” damgası altında yok edilmesinin; yoksulluğun, acının yanından başını çevirmeksizin geçilmesinin kanıksandığı ve normalleştiği bir dünyada, kayıp anneleri aynen Çehov’un ölüm döşeğinde doktorun anlayabileceği bir dilde “ölüyorum” demesi gibi, anneliği bir başka dile çevirip dehşete dil vermeye çalıştılar.
“Rejim düşmanlarının” açıkça öldürülmesinden farklı olarak “kaybedilmesi”, son derece bilinçli ve psikoloji biliminden yararlanılarak formüle edilmiş bir şiddet biçimi. Nazi Almanya’sından Şili’ye, Arjantin’e, İran’a ve başka bir çok ülkeye taşınarak sistematik olarak uygulanan kaybetme yönteminin en belirgin özelliği bir insanın yaşamışlığını yoksayması. “Kayıp” sözcüğüyle bulanıklık yaratarak, kayıp yakınlarını belirsizlik içinde ve çaresiz bırakarak güçsüzleştirmeyi hedefliyor.
Kaybetme stratejisinin psikolojik olarak en trajik yanı “öldürme” görevini kayıp yakınlarına vermesidir. “Kayıp” beyanı, hem yaşamı hem de bu yaşamın sona erişini inkar ederek, üstelik de bunu büyük bir pervasızlıkla yaparak (gözaltında kayıp lafının açık çelişkisinde olduğu gibi) egemen iktidarın mutlak gücünü dayatır. Ya kabul edeceksin ve yakınını kendin öldüreceksin ya da belirsizlik içinde ömür boyu bir psikolojik işkenceye mecbur kalacaksın.
Kayıp anneleri meydanlara çıktıklarında, sadece kendi çocuklarını ve yakınlarını değil, bütün “kaybedilmişleri” kucaklamaya aday olduklarında, annelikten gelen sınırsız ve koşulsuz bakım fikrine bir toplumsallık kazandırdıklarında (değişik bağlamlarda farklı süreler ve etkilerle olsa da) güçlü bir politik özne olabildiler.
Kayıp anneleriyle ilgili yazılmış çeşitli kitaplarda ve anlatılarda dile geldiği gibi, kadınları kendi öznelliklerini dönüştürerek kamusal alana taşıyan, onlara politik bir dayanışmanın kapısını açan bu muhalefet biçiminin anneler tarafından yaratılması bir tesadüf olamaz. İlginçtir ki tüm örneklerde bu süreçte erkeklerin ve babaların çok daha geri planda kaldığı görülüyor.
Arjantin’de darbe sonrası çoğu kişinin sokağa çıkmaya cesaret edemediği bir dönemde hiçbir politik deneyimleri olmayan anneler Mayıs Meydanında toplanmaya başladılar ve bugünlere değin süren bir hareketin öncüleri oldular.
Türkiye’de darbe sonrası harekete geçen tutuklu anneleri, daha sonra da kayıp anneleri “işkence”, “kayıp” gibi hayatları yok etmeye yönelik şiddet biçimlerine karşı önemli bir muhalefet alanı açtılar. Şiddeti iyi tanıyan kadınların yine aile içindeki şiddet içinde şekillenmiş “bakım” görevlerini toplumsal şiddete karşı evrenselleştirme biçimlerini feminist politika içinde sahiplenmek ve düşünmeye açmak çok önemli görünüyor. (MA/BA)
* Meltem Ahıska'nın Kayıp Annelerinin Şiddete Tanıklığı yazısı Amargi Üç Aylık Feminist Teori ve Politika Dergisi, Güz 2006 sayısında yayınlandı.
Meltem Ahıska, Prof. Dr., Boğaziçi Üniveritesi Sosyoloji Bölümü. Garbiyatçılık, toplumsal hafıza, toplumsal cinsiyet, kültür ve politika üzerine çalışıyor. Çeşitli yayın kolektiflerinde yer aldı. Radyonun Sihirli Kapısı: Garbiyatçılık ve Politik Öznellik ve Havalandırma (şiir) (şiir) kitapları Metis’ten çıktı. "Red Thread" (e-dergi) Yayın Kurulu üyesi. |