Onlar geride bıraktığı yaşantı ve yılları hatırlayamadığı, özlemin tadını unuttuğu, hayal gücünü yitirdiği, değişiklik ve yeniliklerden ürktüğü, sıkça hayrete düştüğü, acıktığını ya da doyduğunu bilemediği, hüznü kadrolu, coşkuyu geçici kıldığı, yıllardır tuttuğu ‘hayat muhasebe defteri’ni yitirdiği, ‘mis kokan yalnızlığının zindanı’na gömüldüğü gibi ne denli sevildiğini de -çoğu kez- bilemez.
Onlar evin içinde yolunu şaşırdığı, kaşık diyemediği, çevresinde olup-biten her türlü ses ve hareketten etkilendiği, akşamın alacasında huzursuzlandığı, ilaç içmeyi sevmediği, yeni bir koltuğa ya da yeni bir bakıcıya alışamadığı, her türlü tehlikeden habersiz olduğu, kendi dünyasından dışarı çıktığında ürktüğü gibi –çoğu kez- doğurduğu çocuğunu da tanı(ya)maz.
Onlar eskiden beri tanıyıp sevdiği insanlara –bile- düşmanca tavır geliştirdiği, küfrettiği, kaba güç kullandığı, ‘Kızma; Bir kez daha sorarsam yüzüme tükür olur mu?” dediği, sıkça fırtına öncesi sessizliğe gömüldüğü gibi huzurevi çalışanlarına zaten odasındayken defalarca “beni odama götürün” diyerek insanın sabır sınırlarını zorladıklarının farkında ol(a)mazlar.
Onlar ‘mavi’nin renk, ‘şahin’in hayvan, ‘lale’nin çiçek olduğunu bilemediği, insan sıcağını sevdiği gibi kaydettiği bilgileri de geri çağır(a)mazlar...
Alzheimer (ALZ) hastaları
Çünkü onlar Alzheimer (ALZ) hastası.
Ben onları huzurevinde çalıştığım zamanlarda tanıdım.
Onlar kocaman bir evde akranlarıyla birlikte kocaman bir ailenin içinde yaşıyordu. Ve onlar ailenin korunması ve kollanması gereken, bazen isyankar, bazen munis olan sevimli ve kırılgan küçük çocuklarıydı.
Ve her geçen gün aile içindeki sayıları artıyordu, toplumdaki artışa koşut.
Hayatın içinde öğrendik ki; ALZ. yavaş başlayıp, sinsice ilerliyor. Erken evrede başlayan bellek bozukluğunu, cümle yapısındaki bozulmalar, anlama güçlüğü izliyor ve nihayetinde zaman-mekan kavramı tümüyle kayboluyor.
Lisan sorunlarına, görsel-uzaysal işlev bozukluklarına, yargılama-hesaplama bozukluğuna, el becerisi kayıplarına, günlük yaşam aktivitelerinde azalmaya, davranış değişikliklerine yol açan hastalık ilerledikçe ajitasyonun arttığını da hayatın içinde öğrendik.
"Unutsalar da Artık Unutulmayacaklar"
ALZ Derneği Mersin Şubesi’nce * “Unutsalar da Artık Unutulmayacaklar’ sloganıyla; “ALZ hastaları ve yakınları arasındaki dayanışmanın desteklemek, kişilerin haberdarlık düzeyini artıracak çok-disiplinli özel bir eğitim programı ile hastalara daha bilinçli yaklaşımın temin edilmesi ve ülke çapında özgün stratejilerin geliştirilmesi için uygun bir alt yapı hazırlamak” amacıyla 6-12 Ekim 2008 tarihleri arasında Silifke-Kapızlı Akdeniz İhracatçılar Birliği (AKİB) Tesislerinde gerçekleştirilen ve danışman olarak katıldığım 1. ALZ. Eğitim Kampı’nda da insanı hayatın içinde kıran ve kurutan bu hastalığa ilişkin çok şey öğrendim.
İkinci gün dahil olup, altıncı gün ayrıldığım yedi gün süreli -dahiyane bir fikir olduğunu düşündüğüm- kampta eğitim programı, organizasyon ve kampa katılanlar şahaneydi.
Hasta yakınlarına yönelik eğitim programda danışmanların verdiği her türlü bilgiden hayatın içinde çok yararlanacağım ama ben en çok ‘yetişkin çocuk’ olan annesini korumaya çalışan ‘eski çocuk’ Makbule Abalı ve eşine anne olan Necla Bal’ın –‘hayat dersi mi?’ demeli- aktardıklarından ve kendileri için keşif gezileri, sohbetler, sabah sporu-yoga, film gösterimleri, turnuvalar, resim - ebru gibi etkinlikler düzenlenen ve kampa katılmaktan duydukları mutluluğu çoğu kez gözleriyle anlatan ‘yeniden’ çocuk olanlarla birlikteyken çok şey öğrendim.
Eşine anne/baba olanlarla, gönüllülerle, eğitim danışmanlarıyla, kamp çalışanlarıyla ve yeniden çocuk olanlarla kocaman bir aile olduğumuz kamp sürecinde yaşadıklarımı(zı), tanık olduklarımızı, öğrendiklerimizi yazıya dökmek çok güç.
Sıkça güldüğüm ve hüzünlendiğim, söylenen şarkılara eşlik ettiğim kampta ‘artı’ ilgi, sevgi ve şefkatin nelere kadir olduğunu, akran eğitimi ve dayanışmasının etkililiğini defalarca gözlediğim için, insanın gözlerinin –gerçekten- kalbinin aynası olduğuna ve gözlerin sözlerden daha etkili olduğuna defalarca- tanık olduğum için bu kamp günlerini unutamayacağım.
Kaç yıl oldu birlikte dans etmeyeli
Hasta yakınları Ali Beyi, Semra Hanımı, Erdoğan Amcalar ile onların çocuğu Edibe Hanımı, Latife Teyzeyi, Ayhan Teyzeyi, Mari Hanımı ve İlhan Teyzelerle Hidayet Amcayı ve Mehmet Amcaları unutamayacağım gibi tümünün gözlerindeki donuk ifadenin ışıl ışıl bir ifadeye dönüşmesi sürecinde yaşanan hiç bir şeyi unut(a)mayacağımı biliyorum.
Gitar eşliğinde ‘senede bir gün’ şarkısı söylenirken eşiyle birlikte dansa kalkan Ali Beyin “Kaç yıl oldu birlikte dans etmeyeli” deyişini, Edibe Hanımın da bana biberli ekmek yapmamak için bulduğu tüm bahaneler tükenince “Valla ben de para yok” deyişini, dizdiğimiz boncuklardan yaptığımız kolyeler için düzenlediğimiz takı merasimlerini, oğlan evi adına kolye taktığımız Latife Teyzenin bileğindeki boncuk bileziği gördüğümde “kız evinden” deyişini, İlhan Teyzenin beni “görümcem” olarak tanıtmasını, Mari Hanımın “ben çok yorulmuşum; hatırlamıyorum” deyişini unutmayacağım.
Latife Teyzeyle birlikte başlattığımız sonra da çevredeki herkesin yüksek perdeden katıldığı “Dağ Başını Duman Almış” ve “Ankara’nın Taşına Bak” marşını söyleyişimizi, Ayhan Teyzenin yaptığı tabloya imzasını atarken ki vakur bakışını, ille de zamk sürdüğü kağıdını kuma batırıp da çevirdiğinde çıkan şekli gördüğünde verdiği o pırıltılı tepkiyi, halay çekmeğe davet edilen İlhan Teyzenin “Hayır; ben sadece dans ederim” deyişini, Hidayet Amcanın “Ben boncuk dizmem. Erkek işi verin” yapayım deyişini de unutmayacağım.
"Mercimekleri yıkarsın, süzgece koyarsın. Veeeee içersin"
Tavla oynadığı arkadaşına Mehmet Amcanın “(L)imanına yandığımın... Yeter artık: Kaçıncı kez soruyorsun ‘nerelisin’ diye.” bağırışını, “Kaç çocuğunuz var? ” sorumu kızına yöneltip aldığı “üç” cevabını bana ilettikten sonra kızı ”Ama ikisini sen doğurdun!” diye ekleme yapınca “Öbürü kimden?“ diye soran nam-ı diğer incili teyzemi, yaptığı kolyeyi gelinine saklayanları, yeni doğan torununu özleyenleri, ‘Mercimekleri yıkarsınnnn, süzgece koyarsınnnnnnnn. Veeeee içersin” şeklinde verilen çorba tariflerini, “Soğan, her işe yarar. Eeee, yemeğe de koyarsan fena olmaz.” diyenleri unutmak mümkün mü?
Elindeki fırçayla resim yaparlarken yüzlerine yerleştirdikleri o ciddi ifadeyi, kek yaparlarken ki yumurta çırpışları, portakal sıkışları, hamuru kalıplara döküşleri, Erdoğan Amcayla İlhan Teyzenin her daim el ele, Edibe Hanımla Ali Beyin ise kol kola gezmeleri unutulur mu hiç?
Ben Sevgili Aynur Özge ** Hocamızın yaptığı ALZ. olan dizüstü bilgisayar benzetmesini *** unutmayacağım.
Dilerim kamp süresince bir nebze soluklanan hasta yakınları da onun “Çevrenizdekilerden talepkar olun. Size yapılan destek önerilerini değerlendirin. Kendinize sıkça zaman ayırmağa çalışın.” dediğini unutmazlar.
Aaaaa, unutmuşum yazmayı.
‘Kaydetse bile geri çağıramayanlar’ın yaptığı ‘Portakallı ALZ. Keki’nin damağım(ız)da bıraktığı tadı, yaşadığımız sair güzelliklerden dimağım(ız)da daha pek çok şey kaldığını, portakal çiçeklerinin açtığı bahar aylarında Mersin’de 2. ALZ. Eğitim Kampında yeniden buluşma olasılığımız olduğunu, Selami Gedik Başkanlığındaki Dernek Yönetim Kurulunun ve tüm gönüllülerin desteğiyle Mersin’de ALZ. Hastaları Gündüzlü Bakımevi yapılmağa başlandığını yazmayı unutmuşum.
İnsanlık hali işte... (ŞD/EZÖ)
Şadiye Dönümcü. Sosyal Hizmet Uzmanı.
* Yoğurtpazarı, Borohan Kat: 1 No: 34 Mersin Tel: 0324 2336646 Fax: 0324 2336646
** Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji ABD. Öğretim Üyesi ve Dernek Başkan Yardımcısı.
*** Hoca bir gün bilgisayarında çalışırken içtiği melisa çayı klavyeye dökülüyor. Acil müdahale yaparak fön makinesiyle kurutsa da işe yaramıyor. Mesela ‘a’ tuşuna bastığında komşu harfler ‘w’, ‘z’ , ‘s’ ya da ‘c’ çıkıyor, nadiren ‘a’ çıksa da. Bilgisayar hastanesindeki doktor(!) klavye tuş bağlantılarında oksitlenme olduğundan başka harflerin çıktığını söyleyince nörolog hocamız teşhisi koyuyor: “Bilgisayarım ALZ.”