“Cebinde küçük bir dünya haritası gizli”
Ahmet Erhan
Bir şiirin en güzel dizesinde durup bir soluklanırsınız ya da sevdiğiniz kitabın sayfaları arasında altını çizdiğiniz cümleleri tekrar okumak istersiniz veyahut özlediğiniz şarkının nakaratına o anki en sahici duygunuzla eşlik edersiniz. O anlar kişisel tarihinizin silip silip yeni baştan yazmaya çalıştığınız cümlelerinin noktalama işaretleridir. Virgüller çok, soru işaretleri muhtemel, ünlemler olası ve noktalar bakidir. İşte bazen, olanca kabalığı ve nezaketsizliği ile gelip tam ömrünüzün orta yerine çöreklenen hayata ses çıkarmayışınız anlamadığınızdan değildir.
Sözü incitmek istemezsiniz. Konuşmalar susar, çığırtkan somurtkanlığınız donup kalır. İnsan, bir kökten çoğalttığı dallarının arasından gördüğü dünya kadardır; kimi zaman çok, yoğunlukla karmaşık. Kimselere anlatamayıp suya yazar gibi yeryüzünün muhtelif yerlerine bıraktıklarınız yara bandı gibidir, zaman geçer, yara bantları ıslanır, yaralarınız yorgunluğunuzda soluklanır.
Sonra nereden koşup yetiştiğini anlayamadığınız, gözleriyle dünyanın yorgunluğunu sizin üzerinizden aldığını hissettiğiniz biri çıkar. Aslında hep hayatınızdadır, çocukluğunuzdan itibaren sesine aşina olduğunuzdur o; görüntüsüyle hep tebessüm ettiren öte yandan. Büyüme ağrıları ilk gençliğinizin hayallerini örseledikçe yaş almaya başlarsınız. Yaşlar yol olur uzar da ince bir serinliğin saatlerin üzerine örtüldüğü o güzel öğleden sonralarının birinde ruhunuzu yatırsınlar isterseniz uzun öğle uykusuna. Şener Şen, sizi uyandırmaktan çekinerek usulca pikeyi üzerinize örtendir. Korkma diyen sanki. An durur. Sokakta oynayan çocukların seslerine karışan kornalar, yoldan geçen overlokçu, duvar dibinden yürüyen kedi, yoğurt kaplarını yuva belleyen sardunyalar, rüzgara nazlanan ağaçlar pikenin altında hatıralarınızda kalandır. Çocukluğunuzun o bitirim kahramanı, ellerini göğsünde usulca birleştirip gözlerini yuvalarının köşesine yerleştirip karşınızda durduğunda içinizin bahçeleri neşelenir. Serinlikten ürpermeden uyanır, mahmurluğu yastığın kenarına iliştirirsiniz.
Şener Şen, çocukluğunuza hikaye, göğe bakıp soluklandığınız anlara tanık, aşık olduğunuz zamanlara isyankar, gölgesine razı olmayan fesleğen gibi yapraklarınızı döktüğünüz mevsimlere merhamettir. Narin sevmelerin kalbi, değişen dünyaya kısık sesle meydan okuyacağını zanneden samimiyet, kendini yıldızlara bırakacak kadar derin bir tutkudur. Kimilerimizin yaşından büyük sinema kariyerinde popüler olmayı reddederken, bu denli bilinen ve sevilen olmanın tılsımı nedir bilmiyorum lakin sevdiği kadının adını bir çiçeğe vererek ona Safiye Ayla dinletecek naif bir inceliğe hayat verenin hakettiği değer henüz kendisine teslim edilmemiş olandır. Muhsin Bey’in çiçekleri olmak bu yüzden hâlâ hepimizin hayali kim bilir.
Küçük hayallerimizin büyük dünyasını anlatana; "Mesudiyeli Mesut, ne kadar küçük bir dünyan varmış, gerçek sandığın hiçbir şey gerçek değilmiş. Hepsi ne kadar kolay yıkıldı. Beni sevseydiniz be. Beni Mesut olarak sevseydiniz, milyarder olarak değil. Ayten sen haklısın galiba. Biz başkasıyız artık. Çok açık bu. Ama ben ancak şimdi görüyorum. Ne milyarmış ama şu milyar! Daha elimize geçmeden herkesin iç yüzü ortaya çıktı. Bir de cebimizde olduğunu düşünün! İnsan şeffaf bir hale gelirdi, aynada bile göremezdik kendimizi” dedirten hayatın “"gün yirmi dört saat, hafta yedi gün. gene de yetmedi, ne yaptıysam yetiremedim." diye inciten yanı bakidir. "Bir kelimeyle gidilebilecek uzaklıkları gör"[1] demiş ya şair, Şener Şen yakınlığındadır işte o uzaklık. Ekrandan çıkıp elini omzunuza yavaşça koyup teselli ederek kırılganlıklarınızın kulağına fısıldar: “Hepimiz hayallerimizin kurbanıyız.”
"...Tarçın gibi şefkatli"[2] bir bakışla, anlatmak istediğiniz her şeyi anlatan Şener Şen, hayali hakikatin önüne koyar, kedere mutluluğu emanet eder. Her bir filminde çıktığınız başka başka yolculuklar mümkünlüklerin arasındaki sıkışmışlıklarınıza serpiştirdiği küçük mucizelerle kesişir. Böylece anlarsınız Gönül Yarası’nda Nazım’ın kızının gözlerinin içine bakarak yaptığı o kısa konuşmanın meramını: “…İşin en acıklı yanı da şu kızım bir daha dünyaya gelsem, yine aynı yollardan yürüyeceğimi biliyorum. Demek ki yaşanan onca hayal kırıklığı, sürgünler, fişlenme, sorgular bana bir şey öğretememiş. Tuhaf bir durum. Acı çekmeye gönüllü olmak. Ruhunu o işten alamamak. Bana hem keder verdi. Hem mutluluk… Benim adım niye Nazım, senin adın Piraye, ağabeyinin Memet, niye?”
Niye?
Sahi niye yapamadıklarını hep yapmış gibi anlatan Badi Ekrem’e yakınlığımız?
Niye Ali Osman, Kumandan Hüsamettin, Maho Ağa, Ziya, Banker Maho, Ali Rıza, Latif Şahin, Lütfü Usta ve diğer karakterlerle bitmeyen hikayemiz?
Niye “Çiçekler ölmüş, hepsi. Eskiden bir yer ayarlardın güneşi iyiyse, yerini de sevdiyse ne biçim açardı. Şimdi güneş aynı, ışık aynı, yer aynı. Suni gübre istiyorlar. Bir iki gram potas koyunca bir coşuyor namussuzlar. Ama sonra ölüyorlar...” diye üzülüyoruz Muhsin Bey’le…
Niye “Sevdanın karşısında ne önemi var hayatın?” diyen Baran’a özlemimiz?
Niye sanki aileden biriymiş gibi ansızın kapıyı çalan ve “veriyor musun” diye soran Vecihi’nin gürültülü kalbinin temizliğine inanışımız?
Uzun zamandır Şener Şen’in ifade ettiği anlamı düşünürken, çocukluğuma çiçek açtıran bahçenin merdivenlerine bıraktığım kalbime babaannemin ara sıra çiçeklerinin toprağına aspirin koyarken söylediği cümle düşer: “Onlar da ağrır” Toprak da ağrır. Tıpkı insanlar gibi. Şener Şen, havai fişekler altında gövdesini boşluğa bırakırken kalbini kucağımıza yerleştirendir; ağrıyan toprağımıza şifa gibi… İçimizde yeşerttiği, iyileştirdiği, büyüttüğü her çiçek için inceden bir teşekkür gönül borcudur. (FD/EA)
* Yazının başlığına ve son cümlesine ilham olan arkadaşlarım Aylin ve Burak’a teşekkürlerimle…