31 Mart ve 23 Haziran İstanbul seçim süreçleri, siyasal iktidar için ikincisi birincisinden daha ağır bir hezimet yaratarak sonlandı. Süreç “belediye seçimi” ve “İstanbul seçimi” olmaktan çoktan çıkmış, hem siyasal iktidar, hem de “başkanlık sistemi” için plesibite dönmüştü. Hemen herkes bu konuda hem fikirdi. Özellikle 23 Haziran’da yüzde 9 gibi çok net ve dikkat çekici bir oranla İstanbul’un kaybedilmesi ile “sistem tartışılmaya açıldı” ve 16 Nisan 2017 referandum sonuçlarının meşruluğuna gölge düştü.
Seçim süreci ve sonuçları üzerine yapılan birçok değerlendirme ve analizin önemlice bölümünde; geride bıraktığımız zaman dilimindeki olgular, yüz yüze olduğumuz tehlike ve neyin kenarında yürüdüğümüz unutularak, yok sayılarak değerlendirme yapılıyor. Bu durumun kendisi ise analiz yapanları haklı çıkartmakla kalmıyor, sığ bir yaklaşımın parlak laflarla üzerinin örtülmesine de neden oluyor. Çünkü o ana ilişkin analiz ve sürece ilişkin analiz yapmanın bize sonuçları itibariyle farklı çıkarımlar sunduğunu biliyoruz.
31 Mart seçimlerine nasıl bir siyasal atmosferde gidildi?
2014 Ekim ayında MGK toplantısında kararlaştırılan “Çökertme Planı” adım adım uygulamaya konulurken, tek adam yönetimine giden yolun taşlarının döşenmesine başlanmış, “çözüm ve müzakere süreci” ise bir vitrin süsü muamelesi görmeye başlamıştı.
Egemen güçlerin hiç olmazsa bir “kesimi” mevcut meşruiyet ve rejim krizine karşı “radikal” bir çözüm olarak, kuvvetler ayrılığının sona erdirildiği, siyasi kararların alınışında neredeyse hiçbir kontrol mekanizmasının kalmadığı, totaliter, açık ve çıplak bir diktatörlüğe doğru, yani faşizme doğru gidişte bir beis görmüyorlardı.
Bu yönelim, 2015 yılında yapılan 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin %13 oy oranı, 6 milyon seçmen ve 80 milletvekili çıkarması ile pekiştirilirken; katliamlar, HDP’ye yönelik sürekli büyüyen operasyonlar, 6-8 Ekim 2015’te Kobane ile dayanışma eylemlerine yapılan saldırılarla 50’nin üzerinde insanın katledilmesi, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması gibi uğraklardan geçti.
Suruç ve 10 Ekim Ankara Gar katliamı toplumda “güvenlik” endişesini giderek büyüttü. Ama faşizme doğru yönelim ve tek adam sisteminin fiilen hayata geçirilmesinin kapısı, bir lütuf olarak görülen 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminin hemen sonrasında aralandı. 20 Temmuz’da OHAL’in ilanıyla birlikte, Meclis devre dışı bırakılmaya çalışıldı ve yasama yetkisi (Kanun Hükmünde Kararnameler yoluyla) Hükümet’e ama aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a devredildi.
Kılıçdaroğlu’nun onayı ile HDP’nin eş genel başkanları dahil milletvekilleri hapse atıldı, Kürt illerindeki belediyelerin eş başkanları ile meclis üyeleri görevden alındı, çoğu tutuklandı, hapis cezalarına çarptırıldı ve belediyelerde kayyumlar dönemi başladı. Ülkedeki politik ortam ağırlaştı.
KHK ile işlerinden atılan insanların yanı sıra, “barış akademisyenleri” yargılanmaya başladı. Sokak teslim alınmaya çalışılırken, Cumhurbaşkanına hakaret edildiği gerekçesiyle açılan davalarda yargılananların sayısı 3 bini geçti.
Cemaatin ve liberallerin tasfiyesiyle boşalan kadrolar, Ergenekon ve MHP ile doldurulmaya, AKP’nin zayıflayan seçmen kitlesi MHP’li seçmenlerle yedeklenmeye çalışıldı.
16 Nisan 2017 Referandumu ile 24 Haziran 2018 seçimleri bu ortamda kazanıldı.
Özellikle 24 Haziran seçim sonuçları henüz netleşmeden İstanbul’da sokağa çıkarak kutlama adı altında havaya binlerce mermi sıkılması, “atı Üsküdar”a geçirmek ve usulsüzlüklere karşı sokağa çıkmayı düşünenlere orada kendilerini neyin beklediğini göstermek bakımından önemliydi. Rejim değişikliği hızlanırken, toplumsal muhalefet üzerindeki baskı arttırılarak korku iklimi hakim kılınmaya başlanmıştı.
Mevcut devlet mekanizmasındaki meydana gelen değişiklikler yukarıdan inşanın bir göstergesiydi.
Devletin zor, ideoloji ve kültürel hegemonya aygıtlarının toplumsal muhalefeti ve belli başlı bütün direniş odaklarını ezerek adeta bir “mıntıka temizliği” yapmak üzere seferber edilmesine tanık olmaktaydık.
Basılı ve görsel medya tek havuzda toplanmıştı. Ama faşizm toplumun sadece yukarıdan denetlenmesi ve zapturapt altına alınması ile yetinen bir rejim değildi ve bu yanıyla da onu diğer devlet biçimlerinden ayıran temel özelliğiydi. O toplumu aşağıdan da örgütlemeye ve aktif bir kitle desteğine ve hareketine yaslanmayı da hedefliyordu.
Bunun fırsatı 15 Temmuz darbe girişiminde “Demokrasi Nöbetleri” adı altında kentlerin meydanlarında toplanan kitlenin mobilizasyonu ile sağlanırken, 696 sayılı KHK ile şiddet devlet tekelinden çıkarılarak “devletin bekası” için sokakta şiddet uygulayacak “yandaş militanlara” kadar genişletildi ve yasal güvenceye kavuşturuldu. Böylece toplumsal muhalefet, rejimin sokak gücü ile aşağıdan da boğucu bir kuşatmaya alınıyor; çok çeşitli türden yıldırıcı ve sindirici saldırının hedefi haline geliyordu.
HDP gibi muhalif partiler Cumhurbaşkanı’nın ağzından “terörist” ilan edilirken, her türlü hile, hurda ve yolsuzlukla yürütülse de, biçimsel olarak gerçekleşen seçimlerle ve/veya halk oylamalarıyla faşizme yönelim sürdürülüyordu. Meclis’in ve muhalif siyasi partilerin açık tutulması, sendikaların ve derneklerin tümüyle kapatılmaması ise bu rızanın seçimlerle ya da halk oylamalarıyla sağlanacağına işaret ediyordu.
Haziran seçimleri rejim değişikliği açısından çok önemli bir nirengi noktası olarak belirginleşti diyebiliriz. AKP-MHP-BBP ittifakının 24 Haziran seçim başarısı 16 Nisan 2017 Referandumuyla “Tek adam diktatörlüğü” şeklinde tezahür eden bu sistemin, anayasal çerçevesinin seçimler vasıtasıyla toplumsal dayanaklarının bir kez daha teyit edilmesi anlamına geliyordu.
Bu itibarla 24 Haziran seçim sonuçları faşizmin kurumsallaşma süreci açısından önemli bir eşiğin aşıldığını bize göstermişti. Ne var ki; AKP-MHP-Ergenekon iktidar blokunun iç gerilimleri, toplumun yaklaşık yüzde 50’sinin bastırılamayan muhalefeti, Gezi direnişinin bakiyesi olarak varlığını sürdürmeye devam etti.
Siyasal iktidarın aklından hiç çıkarmadığı gezi direnişini ise büyük bir dava açarak kriminalize etmeyi tasarladığı apaçık belliydi. Osman Kavala’nın hala tutukluluğunun devam ediyor oluşu da buna işaret olarak görülebilir. AKP’nin toplumu bütün düzeyleriyle yeniden formatlama girişimleri karşısında her fırsat bulduğunda kendine has biçimlerde aşağıda filizlenmeye devam eden direniş odaklarının varlığı ve toplumsal muhalefet saflarında yenilgi atmosferinin henüz tümüyle egemen olmaması, iktidar blokunun uluslararası arenada kronik hale gelen yalnızlığı, sürecin bundan sonraki her aşamasının çatışmalı olarak ilerleyeceğini bize gösteriyordu.
Bu yüzden tamamlanmış bir kurumsallaşmadan ve faşizmin geri döndürülemez bir noktaya ulaşmış olduğundan bahsedemezdik. Önümüzdeki süreç toplumsal muhalefet güçleri açısından riskleri olduğu kadar imkânları da içinde barındırıyordu ve 31 Mart yerel seçimleri bu açıdan çok önemliydi.
Genel seçimin öne alınmasının bir nedeni; parlamentoda Cumhur ittifakı olarak çoğunluğu sağlamak, merkezi iktidarı ele geçirerek bütün devlet imkanlarından faydalanarak yerel seçimleri önemsiz kılacak bir ön tedbir geliştirmekti. Diğer bir nedeni de yaklaşan ekonomik krizin yıkımına uğramadan seçimleri kazasız atlatabilmekti.
Parlamento ve başkanlık seçimlerinde Anadolu Ajansı ve bindirilmiş kıtaların yardımıyla istenilen sonuca ulaşıldı ama, bu kez de MHP’ye mahkum hale gelinmişti. Ne var ki 31 Mart seçimlerinden önce krizin ilk dalgaları geniş yığınları etkilemeye başladı.
Temel gıda maddelerindeki artış, hayat pahalılığı ve yoksullaşma artarak sürdü. Eldeki döviz stokları yavaş yavaş eritilerek kriz frenlenebilir, piyasadaki döviz kıtlığı, Merkez Bankasının kullanılabilir rezervlerini 90 milyardan 30 milyar dolara kadar küçültülerek çözülebilir sanılıyordu ama olmadı.
Karşı olmasına rağmen Erdoğan, Merkez Bankası’nın faiz oranlarını %24’e yükseltmesini engelleyemediği gibi birçok zammı erteletmesine rağmen Ekim başı enflasyonunun da %24.52’ye tırmanmasının önüne geçemedi. Otomotiv endüstrisi satışların yarıdan fazla düşmesiyle vardiya iptallerine, işçi çıkarmalara başladı. Bir çok büyük firma konkordato ilan edip borçlarını yeniden yapılandırmaya başlamıştı. En fazla kredi kullanan ve faiz oranlarının yükselmesiyle iflasa sürüklenme durumuna gelmiş olan inşaat, enerji ve perakende sektörleri aynı zamanda Erdoğan’ın iktidarının payandalarıydı ve kriz sarmalının içine düşmüşlerdi.
Toplumsal muhalefet için, Yerel seçimlerden sonra sandığın ortaya konacağı verili tarih ise dört yıl sonrasına tekabül ediyordu ve bu durumu, ‘temsili politikanın siyaset şekli halini aldığı bir dönemin sonu’ olarak tanımlamakta bir beis yoktu. Dolayısıyla yerel seçimlere bu zaviyeden bakmak, seçim sonuçlarının doğuracağı imkanları/imkansızlıkları irdelemek ve bir tutum belirlemek önemliydi.
Bir de elbette siyasi iktidarın girdiği bütün seçimleri türlü çeşitli yollarla kazanmış olmasının muhalif kesimde yarattığı etki yabana atılır gibi değildi. Siyasal iktidar her ne kadar yerel seçim öncesi Suriye’ye dönük gerçekleştireceği askeri bir müdahalenin yaratacağı “milli duyguların kabardığı” bir atmosferden yoksun kalsa da, hayat pahalılığının, zamların, geçinme zorluğunun gerekçesini “dış düşmandan” dan “iç düşmana” bağlayan tutumu ile iş görmeye çalışıyordu. Bu ise artık geniş yığınlar için, özellikle de AKP’nin tabanını da oluşturan esnafın ve kendi seçmeni için inandırıcılığını yitirme noktasına gelmişti.
Bu seçimlerin hem belirleyeni, hem de bilinmezi AKP seçmeninin ekonomik krizden nasıl etkilendiği ve ne yapacağı konusuydu. Ama giderek köşeye sıkışan siyasal iktidarın, koalisyon yaptığı bütün güçlerle anlaşarak seçimlere az bir zaman kala kimi provokasyonlar ya da sınır ötesi operasyona yönelmesi, şaşırtıcı olmayabilirdi. Patlıcan, biber fiyatlarıyla mermi fiyatının mukayese edilmesi boşuna değildi
Seçim sonuçları üzerine
Erdoğan 23 Haziran seçim sonucunu önceden kestirebilseydi kuşkusuz 31 Mart seçim sonuçları ile bu kadar uğraşmaz onları kabul eder, farklı yol ve yöntemlerle iktidarını uzatma yolları bulmaya çalışırdı. Çünkü 23 Haziran seçim sonuçları siyasal iktidarın yürüdüğü yolda büyük bir darbe almasına neden olurken, kurumsallaştırmaya çalışılan faşizme de ciddi bir barikat olmuştur. Arkasından iki buçuk ay gibi bir sürede 13 binlik oy farkının 800 bine ulaşması ise bambaşka bir hadisedir.
"Her şey çok güzel olacak" sloganı ve İmamoğlu figürü ile en geniş cephe siyasetinin sonucu sağlanan bu başarı, henüz nereye evrileceği, nasıl sonlanacağı belli olmayan bir başka faslın açılmasını sağladı.
Yukarıda sıralanan konjonktür, hem uluslararası ilişkilere, hem de ülke içi dinamiklere bağlı olarak 6 aylık bir sürede değişmişte olsa; AKP, MHP, Ergenekon ve BBP koalisyonunun şu an devam ettiğini ama bir çok alametin de belirdiğini görmeliyiz. Faşist diktatörlüğe giden yolun önemli ölçüde akamete uğradığını ama tümüyle ortadan kalktığını ise iddia edemeyiz. Önümüzdeki kısa bir zaman diliminde, iktidar bloğu içinde çok şiddetli bir tepişmenin başlayacağını söylemek için ise kâhin olmaya gerek yok.
Elbette AKP’nin bugünkü müttefikleri, onun daha önceki ortaklarıyla yaşadıklarını unutmuş olamazlar. Henüz “aldatılmadan” önce can ciğer kuzu sarması olanların nasıl kanlı bıçaklı hale geldiklerini gördük. Seçimlerden hemen önce Bahçeli’nin yerel seçimlere tek başına girme kartını göstermesi ve o sürece denk düşen bir parlamento oylamasında AKP’yi azınlığa düşürme hamlesi de henüz zihinlerde tazeliğini koruyor.
Dolayısıyla tam bir can pazarına önümüzdeki günlerde tanık olacağız. Artık paylaşılacak şeylerde oldukça azaldı denebilir. İstanbul azı dişiydi kaybedildi, Ankara, İzmir, Adana, Antalya diye saymaya başlanınca rantın neredeyse 3’te ikilik bölümünün elden çıktığı görülüyor. Şimdi sahadaki bütün güçler açısından adımların daha dikkatli atılacağı ve daha ihtiyatlı bir yürüyüşün sürdürüleceği günlerdeyiz.
Davutoğlu’nun çıkışı, Gül-Babacan ortaklığı eylül ayında Parlamento'daki dağılımın değişeceğinin işaret olarak görülmeli. İyi Parti'nin bir Avrupa Birliği projesi olarak siyaset sahnesinde yer aldığı düşünülürse; AKP’den kopan ılımlı islami bir kesimle birlikte CHP’nin “normalleşme” adına bir ara döneme “ikna” edilmesi de söz konusu olabilir. Erdoğan’ın başkanlık sisteminden vazgeçerek parlamentonun yeniden ihya edildiği ve “Türkiye ittifakı” diye dillendirdiği ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun yumruk yemesine neden olan bir sürece de girilebilir.
Öyle ya da böyle, İmamoğlu figürüyle birlikte CHP’nin iktidara ya da ortaklığa hazırlandığına kesin gözüyle bakabiliriz. 31 Mart seçim sonuçlarını Erdoğan’ın kabul ettiği, Bahçeli’nin itirazı üzerine, seçim iptaline yöneldiği doğruysa, “devr-i sabık” yaratmama pazarlığı üzerinden Erdoğan’a her yolun uyacağı ortada. Ortada ama artık “garantiyle” yol alabilecek kadar güçlü durumda değil…
Kim kazandı?
CHP bir devlet partisidir. İçinde halkçı, popüler sosyalizme yüzünü çeviren insanları da görebilirsiniz, yer yer ırkçılığı çağrıştıran milliyetçileri de. İçinde küçümsenmeyecek sosyal demokrat bir kesimin olduğu böyle bir partiyi etkileyecek tek güç, sosyalist hareketin kendisidir.
Solun bugünkü parçalanmışlığı, sınıf mücadelesiyle bütünleşememesi, ya da dünya çapında yaşanan ağır yenilgisi ve reel sosyalizm uygulamalarının kitlelerin zihninde yarattığı bulanıkla birlikte artık bir seçenek olmaktan çıkışı, CHP’nin, yüzünü sola dönmüş insanları en sağ politikaların peşinde kolayca sürükleyebilmesine imkân sağlamaktadır.
Seçim sonucunun yarattığı başarı ve iklim, CHP ile temasın arttığı bir konjonktürün de doğmasına neden oldu. Bu durumu “en geniş cephe siyasetinin” bir tezahürü olarak görüp böyle davranıldığı sürece bir beis yoktur. Tersi bir durum ise sosyalist hareketin kimi öbeklerinde savrulmalar yaratabilir. Bu durumdan ise bir bütün olarak sosyalist hareket zarar görebilir.
Sosyalist hareket
Öncelikle bugünkü haliyle sosyalist hareket, ne sınıfın ne diğer toplumsal mücadele alanlarında süren dinamiklerin ne de Ulusal Özgürlük Hareketi’nin, fazla önemseyeceği bir durumda değildir. Ortaya çıkan seçim başarısındaki pay da sınırlıdır.
Her ne kadar son parlamento seçimlerinde sosyalist hareketle dayanışma gösterilerek, parlamentoda birçok sosyalist vekilin yer alması sağlanmış olsa da bu gerçek değişmiyor. HDP seçimlerde en geniş cephe siyasetini kusursuz biçimde uygulayarak faşizme gidişe dur diyen en önemli politik özne oldu.
Ne var ki, HDP’nin özgünlüğü bir yana, bir “Türkiye” partisi olmak yolunda tam bir başarı sağlayamadı. İki farklı programın varlığı ve bunun ihtiyaçlarının karşılanması önümüzdeki günlerin en can alıcı tartışma konusunu oluşturmak zorunda. Yan yana gelme, cephe siyaseti ve ittifaklar konusunda epey yol alındığı ve tecrübe biriktirildiği düşünülürse, birleşik bir mücadelenin farklı taktiklerle hayata geçirilmesinde bu zengin deneyler yol gösterici olacaktır.
En olmaması gereken ise, zaten parçalı ve kendi içini bile ısıtmaktan aciz sosyalist hareketin her parçasının “şimdi siyasette alan açıldı, kendimi buradan büyütebilirim” anlayışının rekabetçi tarzda yeniden egemen olmasıdır ki, bu fırsatları kaçırmaya ve geleceği kazanmayı bilinmeyen tarihlere ertelemeyi kabul etmek anlamına gelecektir.
O “büyüme” birleşik ve sağlam temellerde güçlü bir çıkış yapılamadıkça sağlanamayacaktır. Bunun yolu ise, bu günün ihtiyaçlarına cevap verecek, yeniden kuruluşçu bir perspektifle karılmak ve bunu enternasyonalizm temelinde ittifak güçlerini net biçimde belirlemekten geçmektedir.
Sosyalist kamuoyunun geniş kesimleri, henüz örgütsüz ve hatta mevcut örgütsel yapılar karşısında oldukça ilgisiz durumdadır. Bu damar kendisini özellikle Gezi Direnişi esnasında apaçık ortaya koydu ve geleneksel örgüt formlarının kendisiyle uyumlu, istikrarlı ve tutarlı ilişkilenme kanalları yaratamaması sonucunda ya küçük direniş odakları olarak varlığını sürdürmeye devam etti, ya da esas olarak izleyici pozisyonunda ve edilgen durumda kalmayı tercih etti.
“Hayır meclisleri” ile yerellerde kurulan ve Gezi'nin bakiyesi olarak devam eden ortaklıklar, dar grup çıkarlarına kurban edilmeden muhafaza edilirse, önümüzde günlerde siyaset sahnesinde yer alacak konulara ilişkin söz söyleme şansı da artacaktır.
Tepeden söylenen sözler yerellerde bir karşılık bulmaz ve siyaset ikisinin senkronize biçimde ilerlemesi biçiminde kurulmaz ise, yeni anayasa tartışmaları dâhil birçok konuda izleyen pozisyonunda kalmaya mahkûm olabiliriz.
Artık mesele sadece faşizm tehdidi karşısında en geniş cephe siyasetinin gerektirdikleri ile yetinmek değil, Türkiye’de devrimci-demokratik bir dönüşümün ve sosyalizme yönelişin ifadesi olacak demokratik ve sosyal bir cumhuriyete ulaşmak olmalıdır. Bu ise, bütün tahakküm biçimlerinin, bütün eşitsizliklerin, bütün hiyerarşik ve dışlayıcı toplumsal ilişkilerin tasfiyesini öngören ve buna uygun bir örgütsel yeniden yapılanışı, ittifak anlayışını geliştiren bir perspektifle mümkün olabilecektir. (KA/DB)