Heybeli'deki son yangından on gün öncesiydi. Yaz ayak diriyor, bulutlu sema ısının makul seviyelerde seyretmesine katkıda bulunuyordu. Hafta içi olması bir yana, tekrar edilecek belediye seçimi sebebiyle yazlıkçıların büyük bir kısmı sökün etmediğinden Burgaz Adası gayet sessiz ve huzurluydu.
Uzun zamandır ziyaretime gelmemiş eski ev arkadaşım Gözde'yle hasret gidermek üzere birkaç sene önce müdavimi olduğumuz mıntıkada piknik yapmaya karar verdik. Roze şarabımızın soğukluğunu muhafaza etmek amacıyla şişeyi sıkıca deniz havlusuna sarmış, sadece tuzlayarak yiyeceğimiz hassas pembe domatesleri, bahçeden topladığımız vişneleri, ezilmesinler diye hermetik kaplara özenle yerleştirmiştik. Biraz fazla haşlamış olduğum fasulyeleri soğanımız olmasa da piyaza benzetmek niyetiyle karabiber değirmenini bile yanımıza almayı ihmal etmemiştik. İki çeşit peynir, iki çeşit zeytin ve binbir zahmetle edindiğim son dört kümes yumurtasıyla minimalist menümüz hazırdı.
Merkezdeki evimizden yürüyerek ulaştığımız Kalpazankaya'da ben denize atlayıp bedenimi kısa süreliğine de olsa suyun şifalı evrenine teslim etmiştim; Gözde ise banyosunu biraz daha fazla ısınacağı ilerleyen saatlere ertelemeyi uygun görmüştü. Ancak meşhur kayanın biraz ilerisinde, doğu yönündeki düzlüğe ulaştığımızda Yalova tarafında oluşmuş karanlık ve alçak bulut örtüsünden gelen tehditkâr gümbürtüyle karşılandık: "Uludağ'da kesin kar yağıyordur!"
Meteorolojik vaziyet çamların altına, toprağın üstüne yayılıp koyu bir sohbete girişmemize kesinlikle engel teşkil etmiyor, aksine bizi motive ediyordu.
Hava bu arada poyrazdan gündoğusuna dönmüştü; kuvvetlenmiş rüzgârı daha çok hissediyorduk, ama denizin, bulutların, uzakta hayal meyal görünen kara parçalarının, malum adaların silüetlerinde lacivertten beyaza, grinin muhtelif tonlarından gümüşi parıldamalara, manzaranın sunduğu tatmin edici skalaya müteşekkirdik.
Derken o ana kadar herhangi bir kayık veya geminin dikkatimizi çekmediği suda, Kumbaros yönünden kayalık kıyıya çok yakın seyretmekte olan bir deniz aracı görüş alanıma girdi. Kanarya sarısı büyükçe şişme botun önünde uzanmış, koca bir adam yüzüstü kano usulü kürek çekiyor, daha çok çocuklara uygun gibi görünen hantal su aracı dalgalardan epey sarsılıp yalpalıyor olsa da, sırtını botun kıç kısmına keyifle yaslamış yine orta yaşlı kadın kraliçeler gibi mutlu ve huzurlu, seyahat ediyorlardı.
Akıntının, rüzgârın ve dalgaların arkadan iterek adeta sürüklediği bota şaşkınlıkla bakakalmıştık ki, biraz ötemizdeki bir kayaya bodoslamadan çıkarma yapışını dehşetle izledik. Adam hızlı ve atik hareketlerle takriben dokuz metrekarelik kayanın üstüne fırlamış, kadının da benzer çeviklikle bottan kayaya çıkmasına yardımcı olmuştu.
Fakat mıntıka ideal ışığın altında yemyeşil parlayan kıvırcık salata misali yosunlarla kontrast oluşturan simsiyah midyelerin mıntıkasıydı ve botun alt kısmının mutlaka sürtündüğü mevzubahis keskin yüzeylerin botu patlatması an meselesiydi. Biz sohbetimizi, pikniğimizi bir tarafa bırakmış, normalde kazazede gözüyle bakıp acıyacağım çifte kilitlenmiştik.
Karadan birkaç metre uzaktaki kayaya kısa zamanda botun içindeki tüm eşyaları indirmiş, hatta botun havasını boşaltıp paketlemeye bile girişmişlerdi. Sanki çok uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra ana karaya ulaşmanın sevinci ve heyecanı içinde, fakat her şeyin tasarlandığı şekilde gerçekleştiği, öngörülen sonucu elde etmenin haklı tatminiyle dolu gibiydiler bir yandan. Mütemadiyen hareket halinde ve içeriğini duymasak da yoğun bir istişare içindeydiler. Daracık kaya sanki onların yeni yuvası olmuş, kesinlikle rahat görünmeyen, neredeyse hiç düz yüzeyi olmayan taş parçası Robinson Crusoe fantazilerinin platosuna dönüşmüştü.
Karmaşık duygular içinde, röntgenciliği fazla abarttığımızı düşünerek kendi gündemimize dönmeyi bir süre sonra başardık. Roze şarap bu gri havaya ne kadar da yakışıyordu, yağmurlu havanın bize mesafesi sabitti…
Bir süre sonra çalışkan adamın, suyla temas etmeden üzerine yerleştikleri kayadan karaya geçmesine imkân tanıyan küçük kayaları kullanarak zıplaya hoplaya bulunduğumuz alana iyice yaklaşışını seyrettik. Bizi çoktan fark etmişlerdi fakat bu, faaliyetlerini doludizgin yürütmelerine kesinlikle mani değildi. Bereketli bir mıntıkada sinirsek hareketlerle yere eğilerek, sık sık ve düzenli biçimde gagasıyla böcek veya solucan bulup yiyen uzun bacaklı bir kuş misali yerlerden bir şeyler toplarken gördük kendisini.
Tam dünyamıza dönmüştük ki, küçücük kayanın, üstelik denize epey yakın bir kovuğundan dumanlar yükseldiğini fark ettik. Adam karadan muhtemelen kozalaklar, küçük dallar toplamış, rüzgâra rağmen cılız da olsa dumanın tüttüğü bir ateş yakmayı başarmıştı. Vaziyeti hayretler içinde dikkatle izleyip ısrarcı bakışlarımızı bir kez daha onlardan uzaklaştırmışken, programlarında yüzme saati gelmiş olsa gerek, ikisinin denizde tatmin duygularını iyice dışa vuran nidalarını duyduk.
Kadın fena yüzücü değildi, ama çok yapılı olmasa da, ince ve esnek kaslı adam, en başta kelebek olmak üzere, serbest, sırt ve kurbağa yüzme stillerini çalkantılı denizde peş peşe sergilerken kayadaki ateşin sebatla yanmaya devam etmesi onun bu hususta eğitimli bir kişi olduğunu kanıtlıyor, belki bir komando veya en azından izcilik eğitiminden geçmiş biri olduğuna bizi kesinlikle ikna ediyordu.
Kupkuru çam iğneleriyle örtülü yüzeylerde, bazıları kavrulup kararmış dallar ve kozalaklarla dolu çam ağaçlarının tam altında veya yakınlarında ateş yakanları adada çok görmüştük. Açık hava meclisi veya piknik deyince mangalda sucuk memleketin klasiklerinden biriydi, adam en azından ateşini denizin ortasında yakmıştı, helal olsundu!
Bir ara Yenikapı-Yalova arasında taşımacılık yapan çirkin İDO aracının Burgaz'a fazlasıyla yakın geçmesi yüzünden ikisini ayakta, dalgalar geçici yaşam alanlarını tehdit ederken gördük; engellenemez doğa kuvvetine karşı saygı duruşu pozisyonundaydılar ama acizlerini vakarla kabullenmişler, panik içinde debelenmiyorlardı...
Yiyeceklerimiz, şarabımız bitip mıntıkayla hasretimizi giderdiğimizi hissettiğimizde, tam biz de ayağa kalkmış, nimetlerinden yararlandığımız coğrafyadan azami itinayla izlerimizi silmiştik ki, onların da kayayı terk etmiş olduklarını gördük. Belli başlı eşyalarını toplamış, hemen karşılarındaki ana karaya ulaşmışlardı, fakat iki kocaman çöp torbasını basbayağı kayanın üstünde terk etmişlerdi!
Tabiatın bekçiliğini gönüllü olarak üstlenmiş iki fanatik adasever güdüsüyle, ama sanki daha çok bu iki eksantrik karakteri yakından görmek isteyen iki meraklı olarak hemen onlara doğru hamle yaptık. Birkaç adım sonra yanlarına ulaştığımızda yine de agresif bir çatışmaya mahal vermemek üzere diplomasiye sarılarak sordum:
"Gidiyor musunuz?"
"E…evet!" dedi adam.
"Bir daha dönmeyecek misiniz yani?"
"Evet, dönmeyeceğiz!"
Eh bunu duyunca Gözde ile ben söz birliği etmişçesine, haklı olma durumunun bize bahşettiği yetkinin agresif güdümünde, kötü bir vokal grubu gibi uyumsuz fakat ölçülü tonda:
"Ama torbalarınızı kayada bırakmışsınız?"
"Alacağız biz onları tabii ki..."
Prensipleri böylesine belirgin olan iki insanı obsesif olsalar da töhmet altında bırakıp suçladığımız için utanmış, bize gerçeği söylediklerine muhakkak ki hemen inanmıştık.
Katolik eğitimle şekillenmiş ruhum elbette ki anında bu çirkin ve gereksiz müdahalemin olası ayıplarını örtmek için şirinlik kanalıyla tamirata girişti:
"Midye mi toplayıp pişirdiniz?"
"Hayır, çay demledik!" (RL/EKN)
* Fotoğraflar Rosalino Levantino tarafından yazıda anlatılan olayın vuku bulduğu yerde, hadiseden farklı bir zamanda çekilmiştir