*Hanson Robotics tarafından tasarlanan PKD androidi
“Dilin kemiği yok!” denir. Öyledir. O nedenle limitsizdir. Dilin limitsizliğini imler bu söz. Dilin sınırsız olanaklar varlığı olduğu da. Sorsanız herkes demokrat, özgürlükçü, hak ve adalet savaşçısıdır.
Kimi sarih kişiliklerin içten biçimde demokrat olmadıklarını Hayattaki duruşlarıyla somutlaştırlar. Sözüm yoktur. Derviş misali sözü ve özü birdir; yoktur sözleriyle eylemleri arasında bir fark.
Tutarlılık yoksa güven yok
Tutarlıdırlar bu nedenle. Ne oldukları belli olduğundan, içten içe saygı da görürler; yadırgayabilirler, hatta tehlikeli bulabilir ama saygı duyarız en azından duruşlarına. Çünkü tedirgin etmezler. İnsan başka pek çok tür gibi tutarlılık arar. Tutarlılık yoksa güvende hissetmeyiz kendimizi.
Hepimiz konuşuruz. Kavramlardan örülüdür anlatılarımız. Kullandığımız kavramlar, Hayata nasıl baktığımızı imler.
Mesela pek az insan demokrat olmadığını söylemesine rağmen fiiliyatta pek az insan demokrattır. Şöyle kişi olarak kendimizden başlayarak sosyal, akademik, iş ilişkilerimize, birimlere, iş yapış kültürümüze bakalım.
Öğretmen isek sınıfımızla, öğrencilerimizle; yöneticiysek çalışma arkadaşlarımızla (yönettiklerimiz ve/veya yöneticilerimiz), anne-babaysak çocuğumuzla; bir cafe ya da restoranda müşteriysek bize ’hizmet’ edenlerle… Bunları çoğaltmak olanaklı. Hepimizin gözünün önünden kimi kareler geçer. Bu karelerin ortak özellikleri ya da ortak kesenleri nedir? Diğer bir deyişle aralarındaki örüntü nedir?
Haklarımızla varız
Büyük anlatılar körlerin fili tarifine benzer bir bakımdan. Her tekil parçanın kendi başına bir anlamı vardır lakin o parçalar bir aradadır ve toplamına fil deriz. Fil de bir bağlam içinde varlık kazanır. Doğada, milli parkta, hayvanat bahçesinde, bir kitapta, filmde vb.
Demokrasinin izinden gitmek. Sakızmışçasına herkesin talep ettiği, Olduğunu iddia ettiği. Olmadığını iddia edip uğruna mücadele ettiği… Birbirine sürsen bulaşmaz kişilerin, kurumların, kurumsal yapı olarak devletlerin önüne sıfat olarak aldıkları demokrat/lık nedir? Kavramın izini sürerek yazılama dizimizin bağlamına sadık kalalım.
Talep ediyoruz. Taleplerimiz haklarımız. Haklarımızla varız. Hayatımız haklarımız olmadan renksiz. Haklarımız oksijen. Haklarımızın koruyucu halesi demokrasi. Demokrasisiz olmuyor. Ne hayat ne haklar… Ama haklar, ödevlerle birlikte var. Hak kavramı ödeve içkin. Ödevsiz ‘hak’a çıkar deriz. Kimilerinde gördüğümüz tutarsızlık “hak”ı “çıkar” olarak görmesindendir.
Kavramları eğip bükenlere, keyfi biçimde anlamlar yükleyenlere rastlarız sıkça. Oysa Hayatta keyfiyete yer yok. Kocaman bir uzlaşı üzerinde varlık bulan bir anlam evreninde yaşıyoruz. “Tehlikelidir kavramlar” der İoanna Kuçuradi, neden tehlikeli olduğunu da temellendirir. Evet, tehlikelidir. Tehlikesi hayatın kaidesi olmasındandır. Zeminidir bir bakıma Hayatın.
Bir şeyin ne olduğu, anlamına içkindir. Felsefe, bu nedenle soruşturma konusu olan olgu ya da kavramlara “nedir”li sorularla yaklaşır. “Hürriyet ya da özgürlük, adalet, millet, halk, demokrasi nedir?” diye sorar.
Mevhum
Bu yazılamanın adı, içinde yaşadığımız anlam evrenini kavram kavramı açısından sorunsallaştırmayı murad ediyor. Örtük biçimde de her neyi kast ediyorsak onu düşünmediğimizi, kast etmediğimizi daha da önemlisi yapmadığımızı bu nedenle de Gülhane’den bu yana o söylenenlerin olmadığı iddia ediyor.
Kelimelerle, imgelerle, tekil nesnelerle, kişilerle değil kavramlarla düşünüyoruz. Kavramların anlamları düşünme evrenimizin sınırlarını çiziyor. Olası anlam ve/ya iletişim sorunlarını “kavramların göreliliği” ile açıklamak eğiliminde olanlara rastlarız oysa kavramların içerikleri türümüzün anlam evreninin tarihine içkindir. Ortadadır. Türümüzündür. Sözlüklerimiz, kavramlarımızın hiç zarar görmeyen müzeleridir.
Dilediğiniz kadar kabağa patlıcan deyin kabak patlıcan olmaz. Hatta pluralist bir yerden bakarak yanınıza milyonları da alsanız hakikat değişmez. Kabak, kabak; patlıcan, patlıcandır.
Kavramın Arapçası mevhum, fhm kökünden gelen fahm فهم “anlama, kavrama” sözcüğünden alıntıdır. fhm kökünden gelen mafhūm مَفهوم “anlaşılan, fehmedilen, anlam” sözcüğünden alıntıdır.
Bu sözcük Arapça fahama فَهَمَ “anladı” fiilinin mafˁūl vezninde edilgen fiil sıfatıdır.
Türkçesi kavur-, kavrar “derlemek, toplamak, sıkmak” fiilinden evrilmiştir; bu da kavuş- ile ilişkilidir: kabış- veya kawış- “yakına veya yanınahıyar gelmek” fiilinden evrilmiştir. Latince concept, "genel bir kavram, bir düşüncenin dolaysız nesnesi", “içine almak, çerçevelemek, tutmak”, “gebe kalmak” anlamlarına gelir. Türkçe sözlüklere de giren notion ise Latinceye Grekçe ennoia’dan gelir.
Kavramın etimolojisi, çerçeveyi, sınırı, belirginliği imler. Algı, kavramı ön gerektirir. Algı, herhangi bir eksikliğin, tamamlanmamışlığını kesintinin olduğu yerde gerçekleşmez. Tutarlılık ararız. Tutarlılık yoksa algı da anlamlandırma da gerçekleşmez. Bunun sonucu güven oluşmaz. Ruhumuza tedirginlik çöreklenir.
Kavramların içinin boşalması, Hayatın eksilmesidir. Metaforik bir ifadeyle bir kavramın içi boş ya da eksik ise o, artık “yağsız tereyağı”dır. Kavram, aksını, omurunu kaybedir, dayanımı zayıflar, ayakta duramaz. Oysa onunla birlikte var olabilir Hayat.
Sıklıkla boyamadan söz edilir. Adı var kendi yok ise içeriği örtmenin yolu olarak fasada, boyaya, süse başvurulur. Bir şeyin adı ile içinin birbirini tamamlaması, içsel tutarlılığın sağlanamaması güvensizlik yaratır.
Keyfiyet en büyük sorun, içinde ne olduğunu bilmemek bir tür mayınlı arazide yaşamak. Burada katışan düşüncelerden ziyade imgelerdir. Tarafların anlam evrenleri birbirinden farklıdır çünkü düşünceden ziyade fantazyada yaşarlar. Fantazya ya da imgeler evreninde yaşamak, Hayatla kurulan bağın bilgiyle değil inançla kurulduğuna işarettir. Dünyamız, anlam evrenimizle kurduğumuz bağın türevidir.
Kurduğumuz bağın kavramsal içeriği “olmak” momentini ve biçimini belirler. Kavramsal içerikten yoksunluk, sahteliği (pseudo) imler. Sahtelikten Hayat üretemeyiz. Gülhane’den bu yana aynı yerde otlamanın, aynı kavramları talep etmenin, aynı vaatlerde bulunmanın açıklaması nedir?
Kavramların içinin boşalması ve/ya keyfi biçimde içeriklendirilmesi, Hayatın kimyasını bozar. Anlam zehirlenmesi, kitlesel, toplumsal anlamda “anlam sağlığı” sorunları yaşamamıza neden olur. Kaidesiz biçimde salınıyoruz. Salınma, zaman zaman yerini savrulmaya bırakıyor. Göreli sürelerde kavramın bir ucundan Hayata tutunuyoruz. Sonra yine aynı örüntü anaforunda irademiz hiçleşerek savrulmaya, hayatlarımızı tüketmeye devam ediyoruz.
Zaman zaman katalizör işlevi gören örnekler, durumlar yaşıyoruz. 1980’lerden bu yana böylesi bir süreç yaşıyoruz. Hırsızlık hırsızlıktan ziyade işini bilmek; gazetecilik, akademisyenlik, belli türden kliklerin, ideolojilerin, modaların propagandası; din insanları, “güzel ahlak”tan ziyade işgal, savaş, ölüm sevicileri…
İnsanları sahteliğe davet edenler
Simulakr (kopya görüntü) içindeyiz. Her ne ise onun o olmadığı, ne olduğunu bilmediğimiz bir evrendeyiz. Neredeyiz? Kaidesizlik, tam da bu, neyin ne olduğunun bilinmemesi. Oysa boşluklara yer yok Hayatta. Bir biçimde o sisli alanlar doluyor; sıkça da belirsizliğin yaratığı tedirgin ruhun korkmasıyla.
Kavramların hayattaki işlevini kaide ile metaforlaştırdık. Kavramlaştırmak, anlamlandırmak. Anlamak ile anlamlandırmak karıştırılır oysa bunlar farklı momentler. Anlamlandırmak özneye dönüşmek; öznenin anlamlandırması, hamuruhun yeniden karılması, yani hakikat ile yeniden harmanlanması, anlam evrenimizin yeni anlamlarla yeniden yoğurulmasıdır.
Bu ancak kavram evreninde varlık kazanabilir. Anlamak, Öznenin filtresiz almasıdır. Sıkça da “kabağın patlıcanlaşması” bundan kaynaklanır. Anlamlandırmaksa kendi anlam evreninden süzzüp kavramsal kaidenin üzerine konumlandırmasıdır.
İktidarlarca hak savunucularına “hain” demek, kabaya patlıcan demenin karikatür örnekleri arasında gösterilebilir. Hakikat tam da orada. Nalıncı keseri gibi kendine yontan, kavramları keyfi biçimde eğip büküp Hakikati sis perdesi içinde görünmezleştirip kendi mütecaviz Anlatısını zerk eden iktidarlar, Hayatı kaidesizleştirirler. Harici olana duyulan ihtiyaç daha çok burada/n kaynaklanır. Bir tür kötürüme dönüşen kaidesiz özne, tutunmak için pseudo (sahte) anlatılara yönelir. Bu yönelimin panzehiri kavramlardı çünkü Hakikatle olan bağımız, köprümüz, anlam sağlığımızın kurucu öğesi.
Oysa kavramsızız Gülhane’den bu yana. Kavramsızlığın yarattığı pseudo hayatımıza kronikleşen astım krizleri eşlik ediyor. Bir başka metaforla diyalize bağlı yaşıyoruz. Bu nedenle tekil örnekler, fantazyalar, içeriksiz kavramlar yani yağsız tereyağları tutunacak dala dönüşüyor Hayatımızın kaidesiyle özdeşleşiyor.
Pseudo olanla özdeşleşen özne, dünyaya inanç edimiyle yöneliyor. Bu tutum, psikolojik yani inanma, güvene dayanıyor bu nedenle de psikolojik bir fenomenle karşı karşıyayız.
Manipülasyonun bu denli yoğun yaşanması, iki yüz yıla yakın örüntünün her seferinde yeniden satın alınması ya da kitlelerde karşılık bulması, yönelimin psikolojikliğiyle de ilintili kanaatimizce. Oyla kavramlara, kavramların içeriklerine düşünmek edimiyle yani zihinsel süreçlerle ulaşabiliriz: Düşünmek yani anlama, kavrama gücü adını verdiğimiz intellectus ile.
Anlamlandırmak muhakeme gücü yani bilgiyi işleme gücüdür. Bilgi, herhangi bir verinin, durumun, anlatının ona tanık olan özne tarafından işlenmesi yani bağ kurulmasıdır. Bağ, bağlama odaklanmayla olanaklıdır. Bağlam, özenin içinde olduğu ya da tanıklık ettiği ama anlamlandırdığı, işleği ölçüde içinde olduğu hikâyeyi üç boyutlu resimmişçesine içine girmek imkânı verir. Tanıklık eden bağlamı gördüğü ölçüde tanığa dönüşür; tanıklığın türeviyle kişileşme, etik-politik varlığa evrilmedir.
Gülhane'den bu yana diyalektik gerilim sürüyor. Hakikatle bağımızı kuramıyoruz. Pseuso (sahte) bir hayat yaşadığımız. Kısır. Hayatı doğuracak bir eşleşmeden yoksunuz, kaidesiziz bir bakıma. Döl arayışımız sürüyor...
Anlatmaya ihtiyacımız var. Dillendirmeye. Kavramsız bir anlam/sız evrende nasıl? Hepimiz kendi meşrebince anlamaya, anladığını anlatmaya ihtiyacı var. Anlatı kuramıyorsak işe sorularla paslayabiliriz: Nasıl oluyor da iki yüz yıla yakındır eşiniyoruz?
Devekuşu misali kafamız hala kumda. Kafalarımız çorba, aklımız ya rehin ya tutsak ya da akıl tutulmasından muzdarip.
Gülhane’den bu yana Dikotomilere* hapsedip ölümle sıtma arasında tercihe zorlananıyoruz rengi farklı strüktürü özdeş bayrak yarışı yapan bir takımın üyelerince. Çoğumuz sıtmayı tercih ediyor; şehit ya da kahraman olmak isteyenlerimizse ölümü. İkisi de işlevsiz çünkü kurgu sahte yani pseudo. Bir tür üretilmiş simülakr içindeyiz.
The Truman Show filminin içinde birbirinin figüranlarıyız. Oyunu bozmak zamanı. Kırmak, parçalamak, bunları radikal pasifist bir öznenin söylemesi manidar... Lakin kesip atmak yaşamak için zaman zaman kaçınılmaz.
Hayatı/nı pseudo (sahte) olmayan kavramlar üzerine yükselenlere selam!
(MVB/EMK)
* Bir dikotomi, bir bütünün iki parçaya bölünmesidir. Başka bir deyişle, bu birkaç parça müştereken kapsamlı: her şey bir parçaya veya diğerine ait olmalıdır ve birbirini dışlayan: hiçbir şey aynı anda her iki parçaya da ait olamaz. (wikipedia)