Her fotoğraf biraz kirlidir. Çünkü kağıda görüntüsünü düşürdüğü insanın, nesnenin hikayesini olduğu gibi aktarmaz. Siz aklınızdakilerle o görüntüyü yorumlar hatta kimi zaman yargılarsınız. Ne de olsa onun konuşma şansı yoktur. Aslında kafanızdaki “gürültülerden” kurtulup daha sade, daha insani baktığınızda başka şeyler görmeye başlarsınız. Örneğin bir bakarsınız ki o fotoğraftaki kişi ya da kişiler yanı başınızdaki bir dostunuz, kardeşiniz, eşiniz oluvermiş.
Benceğiz senelerce türküler dinledim. Ne zaman yanık bir ezgi kulağıma değse, nerede bükülmüş bir bakış görsem yüzümü onlara döndüm. Aslında hani şu yüze yakıştığı söylenen hüznü istemeden taşıdığımı seneler sonra fark ettim. Hayatı anlamaya başladıkça ne’liğimi, kendimi hatta her dile geldiğinde derimi yüzen şu kimliğimi de anlamaya başladım.
Şimdilerde ise bütün türkülere kulaklarımı ve yüreğimi kapadım, aksi halde eriyip yok olacağımı biliyorum. Bir yazgı gibi bedenime mıhlanan o kederin bir parçasıysa hala benimle. Nerede yaralı bir insan, bir zulüm görsem o yine başını doğrultuyor ve yüzlerce yıldır taşıdığım acılara onlarınkini de ekleyerek yoluna devam ediyor.
“Saklandığım” yerden çıktığım vakitler çocuktum. Bütün Dersimli öğretmenler gibi babamı da sürmüşlerdi memleketten. Adını ilk kez duyduğumuz bir şehrin yolunu tuttuk. Annemle babam kendi aralarında yabancı olduğumuz konuşmalar yapıyorlardı. “Çocuklar”, diyordu babam “onları sıkı sıkı tembihle, sağda solda söylemesinler. Yoksa…”
Çocukken anlam veremez insan pek çok şeye. Geçmişte yaşadığım, bir şekilde ötelediğim boşlukları pek çok insan gibi ben de sonradan, büyüdüğümde tamamladım. Kurtalan’ın sokaklarında neden oyun oynayamadığımı, daha sekiz yaşındayken bana“eşhedini getir” diyen öğretmenime yanıt veremeyince, ondan önce sınıf arkadaşımın neden beni tokatladığını… Yüzüme fırlatılan kitapları… Nereli olduğunu öğrendiklerinde burnu kırılıncaya kadar dövdükleri abimin yaşadıklarını… Neden gün kararmadan eve döndüğümüzü… Aleviymişiz meğer.
Meğer bu ülkede yüzlerce yıldır kendisine Aleviyim diyenler katliamlara uğramış, işaret edilerek dışlanmış. Bu topraklarda yaşamlarını sürenler insanken bizler de kimi zaman “onlar da insan” olmuşuz.
Katlimiz yüzlerce yıl önceden vacipmiş meğer… Ya Yavuz’un kılıcından geçirilmişiz çoluk çocuk ya da sözde modern olan Cumhuriyet rejiminin o kötücül gövdesinin altında kalmışız. Üstelik katliamları yapan üç-beş kendini bilmez değilmiş, devlet aylarca hatta yıllarca bu ölümleri bizzat örgütlemiş. Mağaralara sığınan kadın, çocuk yüzlerce insanı bombalarla öldürmüşler. Binlerce insanı kurşuna dizmişler. O kabına sığmayan derelerimizden, Munzur çayından aylarca bebeklerin, genç kızların cansız bedenleri akmış. Geride kalanları zincirlere bağlayarak ya ölüme terk etmişler ya da doğdukları yerden sürerek başka bir ölüme… Yıllar sonra kadınlarımız karınlarında bebekleriyle ağaçlara çivilenerek, çocuklarımız kaynayan kazanlara atılarak, yakılarak öldürülmüşler yine. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta koca devletin engelleyemediği, insanın aklının, yüreğinin alamayacağı katliamlar yaşamışız. Bizim ezgilerimizin hüzünlü olması, türkülerimizin serzenişi bundanmış meğer.
Çocukluğumuzda ezkaza hayatta kalan babalarımızın, dedelerimizin tanık olduğu kırımları duymadık, anlatmadılar. Belki korkuyorlardı, belki de öfkemizi büyütmek istemediler, bilmiyorum. Sırtında iki yaşında bebekle ölümden kaçmak için aylarca dağlarda dolaşan dedemin yüzündeki her bir çizgide kaybettiği yakınlarının, kardeşlerinin, arkadaşlarının yası var, artık biliyorum.
Yaşadığımız onca acıya, öldürülmeye rağmen sesimizi insan olmaktan, insanlıktan yana çıkartmışız. Yaşlılarımızın yüzüne oturan o bilge ifade bu sebeptendir.
Aleviler yüzlerce yıldır zalime karşı oldukları için katledildiler. İbadetleri yasaklandı, dışlandılar. Uğradıkları büyük kırım için iki yıl önce kendilerinden sözde özür dilendi. Ama onlar bu özrün aslında politik hesapların gerilimiyle yapıldığını iyi biliyorlar. Şimdi aynı gerilimle diyor ki devlet Dersim’i size “geri verdik”, huzura erin.
Bu ülkede hala parmakla işaret ediliyor Aleviler, hala cem evlerinde ibadetlerini yapmak isteyenler taşlanıp, yuhalanıyor.
Demem o ki bu ayrımcılık, bu nefret devam ediyorken ha Dersim demişsiniz ha Tunceli, ne fark eder.
Mumu siz söndürmüştünüz, biz ışığı taşımaya devam edeceğiz. (SYO/AS)