"Bir katırın kulakları sayesinde buradayım."
Bundan 5-6 yıl kadar önce bir kış gecesi Hakkari'nin Medrese Mahallesi'nde penceresi Sımbi Dağı'na (Türkçede Sümbül diyorlar) bakan bir evde Abdülkadir Kızılkaya'dan dinlemiştim hikayeyi:
Babası Ebu Said gençliğinde (1943 doğumlu Abdülkadir Kızılkaya doğmadan önce) Amediye Dağı'nda bir tipiye yakalanıyordu. Son çare olarak, katırının sırtındaki uzun yaygıyı açıp enlemesine katırın sırtına seriyor ve katırın altında oluşan küçük boşluğa girerek artık insan boyuna varan karın altında bekliyordu.
Babası Ebu Said'i aramaya çıkan köylüler, o kardan bembeyaz örtüye teslim olmayan tek şeyi, katırın sürekli oynattığı için kar tutmayan kulaklarını görüp babasını kurtarıyorlardı.
"Ben o zamanlar yoktum, bir katırın kulakları sayesinde buradayım." diye bitirmişti hikâyesini Abdülkadir Kızılkaya.
Ben de, bu Kürt bilgesini, kulaklarıyla görüp Kürtçesiyle resimleyen bu yaşayan Kürt kültürü hazinesini bir katırın kulakları sayesinde tanıdığımı söyleyerek devam edeyim yazıya.
Hikâyedeki Amediye Dağı bugün Irak sınırları içerisinde, Abdülkadir Kızılkaya'nın yani babasının köyü ise Çukurca'ya bağlı Güzereş köyü. Yani 35 Kürt gencinin katledildiği Roboski köyünün yaklaşık yüz kilometre doğusunda.
Bu insanlar yüzyıllardır o bölgede, o dağların arasında yaşıyorlar. Hepsinin dedeleri o sarp dağları, derin vadileri, gizli koyakları katırlarının geminden tutarak, büyük sürüleri önlerine katarak, tek başlarına ya da kervanlarla aşmışlar.
Onlar daha 1924'de Milletler Cemiyeti Brüksel Çizgisi olarak anılan bugünkü sınır çizgisini belirlemeden ve bu sınır 1926'da Ankara Antlaşması'yla Türkiye tarafından kabul edilmeden önce de oralarda, o yollardaydılar.
Kürtler, yüzyıllardır yaşadıkları, yürüdükleri doğru güzergâhlardalar; yanlış yerden geçen şey masa başında çizilen şu sınır çizgileri.
Silopi'yle Zaho, Çukurca'yla Amediye, Yüksekova'yla Urumiye, Özalp'le Hoy, Doğubeyazıt'la Maku hısımdılar ve hâlâ hısımlar. Yüzyıllık ilişkilerin adı, sınır çizilince, "kaçakçılık" oldu.
Haritayı açın ve Başkale'den Cizre'ye bir çizgi çekin, bu çizginin aşağısı Türkiye'nin en yalçın, en sarp, en zorlu coğrafyasıdır ve Türkiye'den çok sınırların öte yanıyla hemhâldir. Büyük bölümü, Cumhuriyet'ten sonra da uzun yıllar devlete asker ve vergi vermemiştir.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti etrafını çevirip gözüne kestirdiği Dersim'e o meşum kanlı operasyonu yaptığında buraya yapmamışsa, yapamadığındandır. Çünkü öncelikle devlet kendisi bile oraya varamamıştır, etrafını çevirmesi mümkün değildir ve Dersim'den çok daha sarp bir coğrafya ve kat kat geniş bir alan sözkonusuur.
Fakat görünen o ki Dersim'den bu yana geçen 75 yılda zihniyet pek değişmemiş. Dün akşamki basın toplantısına bakılırsa bazı kahraman Türk muhabirler gibi Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç'ın da içini bir şüphe kemiriyor:
Sakın bu PKK hükümeti zor duruma düşürmek için 35 genci F16 bombardımanının ortasına atmış olmasın? Gerçekten bunu düşünecek kadar çarpılmış zihinleri. İnsanların 35 masum sivil için adalet talep etmesine "istismar" diyorlar. Kendilerine bakmayı unutuyorlar:
Siz hiç kendi köyünün jandarması tarafından işaret fişeği ve top atışıyla uyarılan, sonra da bu uyarıyı anlamadıkları iddiasıyla üzerlerine bir saat boyunca F-16'larla bir tonluk kazan bombaları yağdırılan köylüler gördünüz mü? Roboski köyünde bu işin normalinin bu olduğunu anlatıyor Hükümet Sözcüsü. Hiç sıkılmıyor...
Peki siz hiç ortada bir "suç olmadığı" halde -olası bir ihmal de araştırılmaktayken- birkaç gün içerisinde "tazminat" ödemeyi taahhüt eden -hem de neoliberal- bir hükümet gördünüz mü? Roboski köyünde ödüyor. Evet, hem de mayına basan köylüsüne protez parasını ödemeyen aynı devlet.
Peki hiç kendisini öldüren bombadan ucuza giden gencecik canlar görmüş müydünüz? Roboskili delikanlıları öldüren lazer güdümlü akıllı bombaların (operasyon maliyetini hiç katmadan) tanesi minimum 20 bin dolar; mevcut kanunlar çerçevesinde bir can için ödenebilecek azami miktar 22 bin 561 Lira.
Türkiye'nin Temmuz'dan bu yana uyguladığı yeni entegre stratejisi çevresinde F-16'larla 'kazan' bombası atarak savaşı 'kazan'ma hesabında.
Türkiye "sorun"u "savaş"a tercüme ediyor o bildik devlet aklıyla. Dolayısıyla "sorunu çözmek" peşinde değil, "savaşı kazanmak" peşinde. Suriye ve füze kalkanı işbirliğine karşılık sınırsız bombalama hakkı almış görünüyor. İşin kötü yanı; yakında silahı ve süresi bitecek ve sorun çok daha derinleşmiş haliyle yine önümüzde duracak.
Türkiye'nin bu zavallı "kazan-kazan" politikasından önce Uludereli köylüleri ölüm yerin altından yakalıyordu. Roboskili gözü yaşlı ebeveynler o çocukları ne mayınlardan, ne patlamamış mühimmatlardan, ne bilinmeyen patlayıcı cisimlerden koruyarak büyütmüşlerdi.
Mayınlara halen "canavar" deniyor bölgede. Anneleri "Oraya gitme, canavar var" diye uyarıyor çocuklarını. Muhtemelen çocukların dikkatini diri tutmak için. Yine de çoğu hane mayına bir bedel ödüyor.
On gün önce boşaltılan Ortasu Karakolu'nun çevresindeki mayınlar temizlendi mi acaba? Yoksa nereleri mayınladıklarını kendileri de bilmedikleri için uğraşmak istemediler mi? Yoksa hiç "kasıtsız", iyi niyetli bir "belki de kimse basmaz, kimse de ölmez" düşüncesiyle öylece bırakıldı mı?
Çocuklar ağaçlara çıkmıyor, derelerde yüzmüyor, dağlarda koşmuyor o coğrafyada. Karakolların çöplüklerinde oynuyor. Çöplerden ve dağlardan metal aksamlar, patlamamış mühimmatlar topluyorlar.
Ve eğer bu çocukluktan sağlam çıkarlarsa, yaşadıkları coğrafya ve şartlar onlara katırlarıyla aştıkları sarp dağlar kadar zorlu bir hayat sunuyor.
Ve Allah kahretsin ki; bu zorlu hayat, bu çirkin savaş, bu insansız silahlar, bu insansız siyasalar karşısında o yolları aşabilen tek vesaitlerinin, sayelerinde burada olduğumuz katırların kulakları da fayda etmiyor. (BK/HK)