Avukat Fethiye Çetin üçüncü yıl raporunda; "Cinayetin üzerinden geçen üç yıl sonunda başladığımız yerde olduğumuzu söylemek hiç de abartılı bir tespit değil. Ancak, bu üç yılın sonunda cinayetin gerçek faillerinin ortaya çıkarılması yönünde kayda değer bir gelişme olmamakla birlikte, cinayetin işlenmesine zemin hazırlayan süreç ve ardından geçen üç yılda yaşanan gelişmeler bir bütün olarak ele alındığında faillin kim ya da kimler olduğu konusunda ciddi emareler sunuyor. Bizi, ikinci yıl raporunda sorduğumuz soruların cevaplarına biraz daha yaklaştırıyor." demişti...
Katiller kazandı, biz kaybettik. Şimdilik...
Sonra "sonuna kadar gidilecek" laflarına, yüzlerce sayfalık raporlara rağmen "cinayetin çözülmeyişi" nedenini herkesi sorgulamaya çağırıyordu.
Bu cinayet üç beş gencin işi midir?
"Bu cinayetin, milliyetçi duygulara sahip üç-beş gencin işi olduğuna inanmak mümkün olmadığı gibi, bir biçimde emniyet ve jandarma bünyesine de sızmış, hukuk dışı bir güç ve yetki kullanan daha örgütlü bir yapının, bu üç-beş genci kullanarak bu cinayeti işlettiğine inanmak da mümkün değil. Genelkurmay Başkanlığı'ndan yargı makamlarına, hükümet sözcülerinden güvenlik birimlerine, medyadan paramiliter güçlere, tüm resmi/siyasi aktörlerin Hrant Dink'in öldürülmesinde, cinayetin önlenmemesinde, gerçek faillerin ortaya çıkarılmamasında sorumluluğu vardır." (Üçüncü yıl raporundan)
Dink cinayeti soruşturması ve yargılaması üzerine dördüncü yıl raporunun tespiti:
"Dokunulmazlık ve cezasızlığın yarattığı keyfi alan yanında, siyasi irade yoksunluğunun da devlet görevlilerinin direncini ve cesaretini arttırdığı, siyasi irade olmadıkça resmi kurumların direncini kırmanın mümkün olmadığı bir kez daha anlaşıldı. Hrant Dink cinayeti, soruşturma, inceleme ve yargılamaları, yargı makamlarının, devlet görevlilerinin işlediği kimi suçları diğer yargılamalardan farklılaşan bir yaklaşımla ele aldıklarını, yargılama süreçlerini derinleştirmek yerine, ellerine verilenlerle yetinen, çizili sınırlar içinde görünürde bir yargılama ve soruşturma yürüten bir davranış birliği sergilediklerini gösterdi."
Öte yandan bu süreç devam ederken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) devletin Hrant Dink'in yaşam hakkını ihlal ettiğine karar verdi.
2010 yılı İlerleme Raporu'nun Hrant Dink cinayeti davası hakkındaki tespiti çok çarpıcıdır:
"Kamuoyu tarafından bilinen bazı davalardaki soruşturmalar endişe yaratmaya devam etmektedir. Bu durum, polis ve jandarmanın çalışmalarının geliştirmesi ihtiyacının yanı sıra, Polis ve jandarma ile yargı arasındaki çalışma ilişkilerinin geliştirilmesi ihtiyacına da işaret etmektedir. AİHM'in Dink davasına ilişkin 14 Eylül 2010 tarihli Daire kararı, Türk makamlarının Sayın Dink'in suikastını önlemede makul ölçüler çerçevesinde kendilerinden beklenebilecek her şeyi yerine getirmemiş olduklarını ve Dink'in hayatının korunması konusundaki başarısızlığa ilişkin etkin bir soruşturma sürdürülmediğini değerlendirmiştir. Dolayısıyla, 2. Madde'nin (yaşama hakkı) ihlali söz konusudur. Buna ilaveten, Mahkeme 10. Madde (ifade özgürlüğü) ve 2. Madde'yle bağlantı olarak 13. Madde'nin (etkili başvuru hakkı) ihlal edildiğini tespit etmiştir."
Hrant Dink'in mahkûmiyet kararını onayan Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararındaki "karşı oy" sahipleri yargıçların, Türkçe dil bilgileri, insan onurunu ve özgürlükleri koruyan yargısal "karşı oy gerekçeleri", Hrant Dink'in ölümüne engel olamadı. Ama onun ve herkesin ifade özgürlüğünü korumak gerektiğine dair karşı oy görüşleri, en onurlu yargıç görüşleri olarak sadece karara değil, tarihe de yazılmıştır. Bu gerçeğin farkında olan ve hayatları sürekli karşı oylarda kalan hukukçular; yargı tarihimizde yerini alan bu görüşlerin değerini çok iyi bilir...
Hrant Dink'i mahkumiyet kararını onayan Yargıtay Ceza Genel Kurul kararından sonra, 17 Ocak 2012'de karara bağlanan ceza davasındaki karar ile AİHM kararı arasında nasıl bir farklılık olduğunu dördüncü yıl raporunda Avukat Fethiye Çetin zaten şöyle açıklamıştı:
"Temel hak ve özgürlükleri koruyan yasal düzenlemelere, sözleşmelere, Anayasanın 90. maddesine rağmen bu farklılık, AİHM yargıçları ile Türkiye'deki meslektaşlarının devlete değen yargılama süreçlerine farklı zihinsel kodlarla yaklaştıkları, insan hak ve özgürlüklerini korumak yerine devleti koruma ve kollamayı misyon edinen bir yargı kültürü ile açıklanabilir. Bu tutum, devletin yüksek menfaatlerini kutsayan ve bu menfaatler uğruna kurumların hukuk dışına çıkmasını normalleştiren zihniyetin yansımasıdır. Bu zihniyet ve bu yargı pratiğiyle adalete erişimin mümkün olmadığı, benzerleri gibi Hrant Dink cinayetinde de bir kez daha ve bütün açıklığıyla ortaya çıktı.(...)
Hrant Dink aleyhine açılan soruşturma, kovuşturmalar, mahkûmiyet kararı, bu kararın Yargıtay'ca onanması, cinayet sonrası yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar, süreçte yer alan yargısal makamların, kararlarını, hukuka değil, devletin ideolojisine ve devletin derinliklerinden gelen işaretlere göre oluşturduklarını tüm açıklığıyla ortaya çıkardı."
1999'da Nükhet İzet İpekçi, babası Abdi İpekçi'nin ölümü üzerinden 20 yıl geçtikten sonra suskunluğunu bozmuş ve konuşmuştu (Cumhuriyet Dergi. 7 Şubat 1999 sayı 672). Konuşmayı unutmadım. Katiller ve tetikçilerine hitap ederken, "Devlet erkânından hanımlar ve beyler tarafından şereflendirilmiş olabilirsiniz. Bizim için her daim katil olarak kalacaksınız. Sizi bizim aklımız asla bırakmayacak." demişti.
İpekçi'den aldığım ödünç sözlerle söylemeliyim; katiller, tetikçiler ve onların işverenleri bir kere daha kazandı. Şimdilik, biz kaybettik. Kaybettiğimiz bu noktadan sonra başlayan süreç, artık bu ceza davasının devam edeceği yargılama süreci değildir.
Yargı sürecine umut mu bağlayalım? Tam aksine, vicdanlara taşınacak bir sahiplenme sürecinde Hrant Dink'in yaşatılmaya başlatılmasıdır şart olan... O bizim kardeşimiz, arkadaşımız.
Yaşam hakkı ihlal edilmiş kardeşimizin alçakça işlenmiş cinayetle aramızdan koparılmasının ardından beklentimizi gerçekleştirecek olan hangi hukuk, hangi dava ve acaba hangi adalettir?
"Adaletimiz utansın!" diyebilir miyiz? Diyebilirdik belki, ama utanılacak adalette, utanacak yüz mü kaldı? (Fİ/EKN)