Dışarıdaki işlerimi bitirdim, şimdi eve gitmeliyim geç olmadan. Geç olmadan eve gitmem gerektiğini kimse söylemedi bana. Ama karanlığın çökmesiyle tenhalaşan şehrin caddeleri, her nasılsa karanlığa kalmış insanların aceleci yürüyüşleri ve Suriçi’nden gelen silah sesleri uyarıyor beni.
Eve erken gitmeliyim. Eve varır varmaz, “Şehirde savaş var, köye gel” diye ısrar eden annemi aramalıyım, “İyiyim” demeliyim ona. Kaygılanmasın, rahat uyusun kadıncağız.
Gidecek başka da bir yer yok zaten. Daha önce (Dolmabahçe’deki protokol masası tekmelenmeden önce) gecenin geç saatlerine kadar açık kalan mekanlar, erkenden kapanıyor artık. “Şehrin canına okudular, neşesini katlettiler” diye geçiriyorum aklımdan. Dışarıdan bakınca, sokağa çıkma yasağının sadece Sur ilçesinin bazı mahallelerinde uygulandığı sanılıyor. Resmen öyledir de. Ama psikolojik olarak öyle değil, hiç değil. Çünkü Sur’da atılan her merminin, her top atışının sesi Diyarbakır’ın her yerinden duyuluyor. Çünkü kuşatma kalksın, hendeklere ihtiyaç duyulmayacak bir süreç başlasın diye yapılan her eylem, polisin, Özel Tim’in saldırısıyla karşılaşıyor. Çünkü Sur’da, kuşatma altında hayata tutunmaya çalışan insanlar, yasağın olmadığı ilçelerde yaşayanların akrabası, dostu, şehirlisi…
Kimse gülmüyor Diyarbakır’da. Sokaktaki insanın gelecek tasarısı umutlu değil. “İşler nasıl” diye sormayın kimseye, çünkü işlerin kötü olduğunu yüzlerinden, boş mekanlarından anlamanız mümkün. Soracak olursanız alacağınız tek cevap var: “İnsanlar ölüyor…” Bir yerde insanlar ölüyorsa, işe güce mecburiyetten bakılır. Tanklar şehre inmişse, evleri topa tutuyorsa vakitli uyumak mümkün değildir. Bir mahallede gençler ölüyorsa, başka bir mahallede genç âşıkların heyecanla buluşması mümkün olmuyor. “Ne olacak memleketin hali” muhabbet olsun diye değil, genç yaşlı herkes tarafından hakiki bir endişeyle tartışılıyor.
Eve yürüyerek dönmek doğru mu, bilmiyorum. Ama kar o kadar güzel yağıyor ki, bütün endişeleri öteleyip caddeye çıkıyorum. Yol kaygan, özel araçlar temkinli, minibüsler yine aceleci… Derken TOMA geçiyor yoldan. Birazdan Akrep, sonra URAL denilen zırhlı araçlar… Bütün köşe başlarını tutmuşlar, yolları da işgal etmişler adeta.
Sur tarafından silah sesleri geliyor. Önce tek tek, sonra seri şekilde atış yapılıyor. Nereye, kime, neden bu atışlar? Neyse ki kısa sürüyor, şehir sessizliğe kavuşuyor yine.
Koşuyolu Parkı müthiş güzel görünüyor. Yaz aylarında neredeyse her akşam uğradığım, saatlerce kitap okuduğum, randevularımı verdiğim Deniz kafenin ışıkları yanıyor. Eve erken gitmeliyim, biliyorum. Ama bir çay içmeden geçip gidersem aklım kalacak. Bağışlasın beni annem.
Karın ayaklarımın altında ezilirken çıkardığı sesleri dinliyorum. Dönüp ayak izlerime bakıyorum çocuk neşesiyle. Nasılsa kimse yok etrafta, şiir okuyorum sesimi kısmadan: “Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün / Bir uçurum kıyısında vursunlar beni, ki dünya / Uğuldayıp duran bir uçurum değil miydi zaten” (Ahmet Telli)
Parkın havuzu buz tutmuş. Çocukluk yapıp havuza girmek, buz üstünde kaymak nasıl büyüyor içimde. Ama, “Abartma” diyorum, “Kendi kendine şiir okuduğunu kimse duymadı, ama buzda kayıp düşersen kafeye bir daha hayatta uğrayamazın utancından.” Bütün yazı havuzda geçiren ördeklere bakıyorum, ama ortalıkta görünmüyorlar.
Daha önce (Dolmabahçe’deki Protokol masası tekmelenmeden önce) hep kalabalık olan kafede on kişi bile yok. Ortada yanan odun sobasının etrafında birkaç kişi toplanmış, televizyon izliyor. Yan tarafta dört kişi kağıt oynuyor. O kadar sıkılıyorlar ki ne oyunu bırakıp gidiyorlar, ne de kağıt atma sırasının kendilerine gelmesini istiyorlar. Bir gözleri televizyonda… Med Nûçe kanalında Kürtçe haber saati… Cizreli bir kadının konuşmasını uzun uzun veriyorlar. Kadın sık sık “Erdoğan” diyor. Birkaç kere “Ma key em kâfirin?” (Biz kafir miyiz?) diyor. Sorudaki ötekileştirici vurgunun üzerinde çok durmuyorum. Ezberletilmiş bir söylem olduğunu biliyorum, bu ezberin nasıl bozulacağını düşünmekten çok kadının ses tonundaki öfkeye, kararlılığa ve gösterdiklerine odaklanıyorum. Gösterdiklerinin havan topu mermisi, tank mermisi olduğunu tahmin ediyorum. Görüntülerden anladığım, mermiler evin avlusuna düşmüş ve şans eseri patlamamış. Kadının etrafında çocuklar var. Bu çocuklar top sesleri arasında büyüyor düşüncesi yüreğimi burkuyor.
Çay her zamanki gibi kaçak ve güzeldi. Odun sobasının sıcaklığını ayrıca özlemişim. Ama eve erken gitmeliyim. Gider gitmez annemi aramalıyım, kadıncağızın aklı bende kalmasın, rahat uyusun diye. Çıkmaya hazırlanırken kafenin işletmecisi geliyor. Tokalaşıyoruz, “Nasılsın?” diye soruyorum. “Eh” diyor, iki elini yana açarak. Güleç yüzlü bir adamdı, şimdi mutsuz bir ifadeyle bakıyor. İkimiz de söyleyecek başka söz bulamadan ayrılıyoruz.
Parkın içinde kartopu oynayan bir grup çocuğa rastlıyorum. Karın tadını en çok çocuklar çıkardı bu yıl. Her durumda kendilerini oyalayacak, eğlendirecek bir şey bulma yeteneği var çocukluğun.
Birbirlerini ellerindeki kartoplarıyla kovalarken, biri “Bijî Berxwedana Sur ê” (Yaşasın Sur direnişi) diye slogan atıyor. Diğerleri de ona katılıyor. Üstelik kartopuyla kovaladığı arkadaşı da aynı sloganı atıyor. Biri yardım istiyor arkadaşından, öteki, “Cephanem bitti” diye karşılık veriyor.
Kar yağıyor. Eve erken gitmem, annemi aramam lazım. Çocuklar “Yaşasın Sur direnişi” diye slogan atıyor ve Sur tarafından bir patlama sesi geliyor. Doğru mu bütün bunlar, bunların hepsini gördüm mü, yaşadım mı? Bu nasıl bir şehir, nasıl bir hayat?
Soruları kendime soruyorum. Ayaklarımın adlında ezilen karların çıkardığı sesi dinliyorum. Ev sıcak mıdır, diye düşünüyorum. Kabarık doğalgaz faturasına rağmen evin neden yeterince ısınmadığına kızıyorum. Sonra birden Sur’da, Cizre’de, Silopi’de ısınamayan çocuklar geliyor aklıma. Hemen ardında Ahmed Arif’in Karanfil Sokağı şiirini hatırlıyorum: “Dövüşenler de var bu havalarda / El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem / Ümit, öfkeli ve mahzun / Ümit, sapına kadar namuslu / Dağlara çekilmiş / Kar altındadır.”
Geceden, kardan, peşim sıra gelen silah seslerinde, kişisel kaygılarımdan utanarak yürüyorum eve. Annemi aramalıyım, “İyiyim” demeliyim ona, ama kuşatmanın henüz kalktığı Dargeçit’e gitmeye hazırlandığımı gizlemeliyim ondan. Kaygılanmasın kadıncağız, rahat uyusun. (VA/HK)