Çocukken, bizim mahallede, kimliğinde müslüman yazan aile sayısı çok fazla değildi. Kurtuluş'ta büyüdüm. Alt sokağımız kilise, üst sokağımız cami, aşağı mahalle Bomonti Bira Fabrikası...
Orta bir bittikten sonra, yaz tatilinde, çalışman lazım dedi babam, öğren biraz hayatı dedi de beni mahalledeki Gül Eczanesi'ne çırak verdi. Bizim evde, ana tarafı da baba tarafı da Selanik göçmeni olduğundan Türkçe'nin yanında pek az da Arnavutça konuşulurdu. Genelde hep Türkçe'ydi hayatımız. Fakat eczanedeki patroniçemin adı da farklıydı, dili de. Bizimki gibi değildi nedense. Mahalledeki herkes Gül Hanım diyordu ona ama kapıda Ecz. Vartuhi yazardı. Kendi tanıdıkları geldiği zaman başka, garip bir dil konuşulurdu. Vart gül demekti... Küçük bir çocuktum.
Sonra, tanıdığım ilk çocukluk arkadaşım... Yıllarca ondan kendi dilini duymadım. Ancak birkaç sene sonra bana Ermeni olduğunu anlatacak, soyadının orijinal halini söyleyecekti. Aşağı yukarı 20 yıldır tanışırız. Görüşmesek de çok zaman canım ciğerimdir. Büyük bir otelde piyanist şimdi. Zaman zaman o da bana Onnik Caymazyan der, eğlenirdik öyle... Benim Ermeni adımdı Onnik Caymazyan. Kelimelerden korkmuyorduk... Hepimiz herkestik nasılsa.
Onların evinde o kadar çok kaldım ki. Çocukluğum onun opera sanatçısı annesinin, güzelim sofralarıyla, aryalarıyla geçti. Hazırladıkları masalar bizimkine benzemezdi hiç. Bizim evimiz kalabalıktı. Onlar üç kişiydi: Annesi Janet, ablası ve arkadaşım. Topikten, ıstavroz çıkarmaya; mayısta yaptıkları vişne liköründen paskalyaya; yumurta boyamadan vaftiz törenine, bana kardeş bir kültürün kapılarını açan insanlardı onlar.
Janet Teyzem, kurban bayramında bizi arar, bayramımızı kutlar, ramazanda insanlar oruçlu olduğu için sokakta sigara içmezdi. Akşam ezanı okunduğunda herkesle birlikte iftar ettiğimiz zaman, ben onların evinde yerdim akşam yemeğini. İftar saatinde. Birbirimize uymayı biliyorduk. Jamanak gazetesi satılan Kınalıada Kasabı vardı. Jamanak, Ermenilerin gazetesiydi. Hürriyet için Türkiye Türklerindi ama Ermenice'nin harfleri ne garipti. Görmüşlüğünüz var mıdır?
Yaşlı başlı Mösyö Berç vardı sonra. Bu dost evinin müdavimlerinden. Akm'nin ilk maestrolarındandır. Kral Tv açardık biz tavla oynarken. Iki dakika tahammül edemezdi Mustafa Sandal'ın detone sesine. Kötüydü onlar çünkü: 'Bunları anlamorum ka, hent bunlar...'
Nasıl olsa evdeydik. Bütün diller, ortak mirasıydı insanların.
Bunları yaşadım.
Kardeş dili öğrendim, kardeş kültürü tanıdım, bana kattığı zenginliğin tadına varıyorum yıllardır.
Doğan Kitap ile çalıştığım yıllardaki hikayeci dostum Karin Karakaşlı, gazeteciliği, bu ülkenin yetimhanelerinde büyümüş dürüst evladı Hırant Dink'ten öğrenmişti. (Bu ülkenin öteki dürüst evlatları Attila İlhan, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Peyami Safa, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Mahzuni, Uğur Mumcu gibi...) Üç yıl önce, ayağında delik ayakkabısıyla, Dink'in yerde yatan ölüsünü gördüğü gün kriz geçirmiş (yanlış anımsamıyorum değil mi Karin, öyleyse affet beni), sonra öyle yaralı, kalakalmıştı.
Şimdi iyi. Hepimiz iyiyiz...
Birlikte yaralandık, yaşadık...
Şimdi iyiyiz.
Katiller dışarda geziyor.
Lüks otellerde kalıyorlar, tahliye ediliyor, mutlu mutlu işler kurup, işadamı, bakan bilmem ne olarak anılıp yaşıyorlar. Onursuzlukları, namussuzlukları yara değil onlara. İçerdekiler de semirdikçe semiriyor, büyüyorlar.
Sadece hatırlatmak için yazdım bunları. 3 yıl önce olanları hatırlatmak için. Kendimi de, yaşadıklarımızı da, bize reva görüleni, yaşatılanı da hatırlamak.
Hatırlamak, biraz duralamak, zaman kazanmaktır zira...
Faşizme, onlara, onların soysuzluğuna inat, bugün biraz daha fazla kardeşimsin Hırant!
Yukardaki resme bakın, onların yüzünde ölüm soluyor, bizim yüzümüzde ışıyor hayat! (OC/EÖ)