Nikos Kazancakis, 1883’te o dönem Osmanlı sınırları içinde bulunan Girit’in Kandiye (Heraklion) kentinde doğdu. Yunan edebiyatının tartışmasız en önemli isimlerinden biri olan Kazancakis, yaşamı boyunca 9 kez Nobel Edebiyat Ödülü için aday gösterildi ancak hiçbirini kazanamadı. Adını dünyaya duyuran eseri II. Dünya Savaşı yıllarında kaleme aldığı “Zorba” olsa da Kazancakis’in önemli kitaplarından bir diğeri, 1963’te yayımladığı, Türkçe ilk basımı 1969’da E Yayınları’ndan olan, Yunan İç Savaşı’nda geçen “Kardeş Kavgası”ydı.
Yazar kitabında 1946-1949 yılları arasında Yunan tarihine damga vuran bu kanlı savaşın izlerini Peder Yannaros ile sürüyordu. Peder Yannaros, tüm Yunanistan’dakiler gibi kendini iki zıt ucun arasında bulacaktı. Çünkü din adamları da bu çatışmanın dışında kalamamıştı. Bazıları tarafını seçmekte zorlanmayacaktı. Mesela görev yaptığı Kastello’yu ziyaret eden bir peder bölge halkına rahatlıkla “Gebertin, gebertin! İşte Meryem Anamızın sîzlere öğütlediği. Partizanları öldürün, onlar insan değil köpektir” diye öğütleyecekti. Tesadüfen tanıştığı genç bir keşişse kıyamet öncesinde geleceği vaat edilen “avutucu”nun Lenin olduğunu fark ettiğini Yannaros’a fısıldayacaktı:
“(…) onlar Avutucuyu kimin gönderdiğini bilmiyor, ona Lenin diyorlar; görevinin ne olduğundan da haberleri yok; yepyeni, daha iyi bir dünya yaratmak için geldiğine inanmıyorlar. Oysa yaratmak için değil, yok etmek için geldi. Ardından gelmesi gerekene yol açmak üzere bu kokuşmuş dünyayı yok etmek için... (…). İsa gelecek Peder Yannaros, gelecek ve partizanların başına geçecek. Bir daha da çarmıha gerilmeyecek, bizi öksüz, haksızlıklarla baş başa bırakıp gitmeyecek artık; gökyüzü ve yeryüzü birleşecek bundan böyle.”
“Vatanı ve dini kurtarmanın tek yolu…”
“Kardeş Kavgası”, Peder Yannaros’un bu iki taraf arasında kalışına odaklanmakta. “Papazlar, yüksek rütbeliler, gazeteciler, komşularını, dostlarını, kardeşlerini öldürmeye” iterken, “bunun, vatanı ve dini kurtarmanın tek yolu olduğunu” söyleyip, “insan avı”, “kardeş avı” başlatırken Kastello’daki silahsız tek kişi olan peder, kollarını umutsuzca açacak, gece gündüz, kuşku içinde, durup dinlenmeden soracaktı kendi kendine: “İsa yeryüzüne dönse kimden yana çıkar? Karalardan mı? Kızıllardan mı? Yoksa o da orta yerde durup kollarını açarak ‘Kardeşler, sevin birbirinizi! Kardeşler, sevin birbirinizi!’ diye mi bağırır?”
Kastello köyündeki Tanrı’nın temsilcisi Peder Yannaros’un bu çağrısına yanıt iki taraftan da benzer şekilde gelecekti. Kimi “Hain, Bulgar, Bolşevik!” diyecek, kimiyse “Karga, faşist, halkı kışkırtan herif!”… Halbuki Peder Yannaros iki kesimi de zaman zaman kendine yakın hissettiğini roman boyunca itiraf etmekten kendini alamayacaktı:
“Dağın tepesinde, herkese adalet ve ekmek getireceğini haykıran komutanlarını duyduğumda kendimi onlardan yana hissediyordum. Ama Kastello’ya inip gözü dönük binbaşının Vatan, onur, din diye haykırdığını işitince kendimi ondan yana sanıyorum.”
“Kolları kavuşturup oturmak utanç verici”
Kazancakis’in Peder Yannaros’u döneminin sıradan din adamlarından biri olmadığını da ortaya koyuyordu. Mesela Aynaroz Dağı’na çekilmeyi de kendine hak görmeyecekti. Örnek vermesi gerektiğinde, İsa Mesih’in bile çölde 40 günden fazla kalmadığını hatırlatacaktı. Bu nedenle çevresindeki diğer din adamları tarafından da sevilmeyecek, kendisine “Sen kiliseye başkaldırmışsın, özel bayrağının altında ilerliyorsun” denilecekti. Onun yanıtıysa hazırdı: “Bayrağın üstündeki resim ne biliyor musun muhterem? (…) Eli kırbaçtı bir İsa. Git bunu üstlerine ve piskoposa söyle; bütün keşişlere, yeryüzünün bütün üstlerine tekrarla.” Çünkü Peder Yannaros, “İnsanlardan uzak, tek başına, bağsız” yaşamak istememekte, “sökülüp yolun kenarına atılmış bir taş” olmaktansa “faydalı olmak, büyük bir binaya perçinlenmiş taş olmayı” tercih edecekti. Özellikle de savaş döneminde susmak Peder Yannaros’a göre değildi. Bunun farkında olan bir genç keşiş de onunla aynı düşüncede olduğunu şöyle ifade edecektir:
“Bazen bir köşede oyalanıp işin içine girmemek mümkündür; ama korkunç günler geçiriyoruz Peder Yannaros, anlamıyor musun? Korkunç günler, kolları kavuşturup oturmak utanç verici bir şey.”
Pederin görevli olduğu Kastello’daysa halk “şeytanın kölesi” olmuş, kardeşlerini öldürüyordu. Onlara ne kadar seslense boştu: “Kastellolular, yazıklar olsun. Ruhunuzu, daha ne kadar zaman satacaksınız Şeytan’a? Utanmanız sıkılmanız yok mu? Bu akşam, sizin sevginiz uğruna çarmıha gerilmek üzere Kudüs'e giren Tanrı’ya acımıyor ondan korkmuyorsanız, hiç olmazsa cehennemden çekilin; Zifte bulanıp yüzyıllar ve yüzyıllar boyu cehennem ateşinde yanacaksınız kardeş katilleri.”
“Ölüm, bu evin alışılmış bir konuğu”
Sağcıların yani devletin denetiminde olan Kastello’daki manzara Peder Yannaros’a acı çektirmekteydi. Bölgeyi “korumakla görevli” komutan, köyün hemen dışındaki bir çukuru dikenli tellerle çevirmiş, oğulları ya da kocaları asilere katılan elli kadar ihtiyarla kadını buraya attırmıştı. Üst üste yığılmış, iskelet halinde, ayakta yaşıyorlardı; kadınların saçları kazınmıştı; erkeklerin alnına, kızgın demirle hain damgası basılmıştı. Halbuki savaşın öncesinde herkes birbiriyle ya komşu ya da akrabaydı. Köyde ölüm de sıradanlaşmıştı. Analar can çekişen oğullarının başucuna oturduğunda ağlamıyorlardı çünkü “ölüme alışkındı”lar:
“(…) ölüm, bu evin alışılmış bir konuğu, bir aile dostuydu. İçeri girer, seçimini yapıp gider, bir süre sonra yine gelirdi. Böylece yaşlı kadın, yakınlarının birbiri ardından yok olduğunu, evin boşaldığını görüyordu. Ellerini kavuşturmuş, kendi sırasını bekliyordu. «Beni al yanına, demişti bir keresinde, Sokratis’i alma.» Ölümün taş gibi sağır olduğundan haberi yoktu.”
Peder Yannaros’un ziyaret ettikleri arasında veremden ölmek üzere bulunan, sol görüşleri nedeniyle işkenceye uğramış bir öğretmen de olacaktı. Öğretmen o sırada pederle görüşmektense er Stratis’in ölen bir askerin, Leonidas’ın yazdığı ve kendisine emanet edilmesini istediği defterini okumayı tercih edecekti. Leonidas, o defterde ölümün iki taraf için de aynı “soğuklukta” olduğu yazıyordu:
23 OCAK. — Bu sabah, bir sel çukurunda soğuktan donan üç asker ölüsü bulduk. Ayakları kardan dışarı fırlamıştı, bu sayede görebildik onları. Yanlarında bir de partizan vardı, yün çamaşır ya da gömlekten yoksun, sırtında çuval bezinden üniformasıyla bir partizan; çıplaktı ayakları, bacakları yaralarla kaplıydı, askerlerle birlikte sürünmüştü. Dördü de ısınabilmek için sıkı sıkı birbirlerine sarılmışlardı.
Epir’de elinde tüfekle “soydaşlarını öldürmekten” şikayet eden Leonidas için asıl zor olansa ne için savaştığını bilememekti. Her ne kadar üstleri ona, “vatan için”, “din için”, “Yunanistan için” deseler de dağdakileri Yunan Bağımsızlık Savaşı’nı başlatanlarla kıyaslayacak, savaşın nedenini sorgulayacaktı:
“Biz miyiz satılmışlar, hainler? Dağdakiler 1821’in haydutları mı yoksa? Haklı olan, uğruna hayatımı feda edebileceğim dâva hangisi? Bir savaşçı için, bundan daha büyük işkence olamaz sanıyorum.”
“Yaptığımız haksızlıkların karşılığını pahalı ödeyeceğiz”
Savaş herkes gibi, Leonidas’ı da değiştirecek, kendisine rağmen, kötü bir insan gibi davrana davrana kötüleşecekti:
“Bir kadının boynuna yapışmış, sille tokat sıraya sokuyordum; çocuğunu emziriyordu; kocası partizanlarla birlikti. Döndü, yüzüme baktı; bu bakışı hayat boyu unutamıyacağım. Yaşadığım sürece yapma fırsatını bulacağım tüm iyilikler içimin rahatlamasına yetmiyecek. Ağzını bile açmadı kadın, ama içimde büyük bir çığlık duydum «Bu kadar alçaldığın için utanmıyor musun Leonidas?» Dondum kaldım Utanıyorum, diye mırıldandım, utanıyorum ama askerim, özgür değilim, artık insan da değilim, bağışla beni!» Kadın hiç cevap vermedi; başını iyice dikip çocuğunu göğsünde sıktı, sıraya girdi. «Bu kadının yetkisi olsa, kışlayı ateşe verir, hepimizi yakardı, diye düşündüm. Çocuğu, bundan böyle süt değil, kin emecek, nefret, intikam emecek. Büyüdüğünde asilere katılacak, babasıyla anasının yapamadıklarını o tamamlıyacak. Yaptığımız haksızlıkların karşılığını pahalı ödeyeceğiz.»
Nikos Kazancakis’in “Kardeş Kavgası” askerlerin de dünyasına girmekte. Mesela gözlüklü asker Nionios, eline verilen tüfeğiyle titreyecek, “Ben gitar için yaratılmışım, bu lânet olasıca tüfek için değil” diyecekti. İki taraf arasında kan akıp giderken Peder Yannaros ayaklanacaktı. İki tarafa karşı da. Çünkü içindeki ses durmayacak, susmayacaktı: “Kızıl ve Kara Takkeliler seninle savaşıyor, seni istemiyorlar, pişmanlık duyma. Özgür olmak istiyorsan bedelini öde. Özgürlüğün fiyatı çok yüksektir.” Kendisine bu dik başlılığı ile de saygı duyuluyordu. Üstelik bu duruşu yeni değildi. Mübadeleden önce, Pontus’taki memleketinde de böyleydi.
“Bu ihtiyar o sıralar ateşli, siyah saçlı, Türklere karşı koyan ve İsa ile hristiyanlığı kayıtsız şartsız savunan genç bir papazdı. Köyü avucunda tutan azizin günü geldiğinde, alevlere dalar, raksedip el çırparak uzun süre ateşten çıkmazdı.”
Nikos Kazancakis’in “Kardeş Kavgası”nın savaşı sona erdirmeye niyetli pederi Yannaros, Pontus göçmenlerindendi. Asıl vatanı “Karadeniz’in kumluk kıyılarının yakınındaki zengin bir malikânede dünyaya geldiği” Aya Konstantin’di. Burada “kaynakları pek hatırlanamayan dinsel törenleri Hristiyanlığın çok öncesine, puta tapılan çağların başlangıcına uzanan” geleneklerle yaşıyorlardı. Topraklarından, soykırım sonrasında Ankara-Atina hattında imzalanan mübadele ile koparılmışlardı.
“Bir sabah, köy alanından tüyler ürpertici bir çığlık yükseldi «Buralardan uzaklaşın! Yeryüzünün Güçlüleri böyle emrediyor! Bütün Rumlar Yunanistan’a, bütün Türkler Türkiye'ye! Çocuklarınızı, karılarınızı, ikonalarınızı alın ve gidin. On gününüz var.» Artık köy tüm iniltiliydi; şaşkına dönen kadınlarla adamlar ortalıkta dolanıyor; taşlarla, tezgâhlarla, dükkânlarla, patikalarla çeşmelerle vedalaşıyorlardı. Kıyıya iniyor, çakılların üzerinde yuvarlanıyor ve iç paralayıcı çığlıklarla denize sesleniyorlardı. Ruh, alışkın olduğu topraklardan bildik sulardan büyük acılarla, büyük güçlüklerle kopabilir ancak. “
Bu gidiş, o zamanlar genç olan Yannaros, yanındaki yaşlı pederi Damianos ve tüm köy halkı için zor bir süreç olacaktı:
Köylüler sağa sola dağıldı, herkes sevdiğinin mezarını buldu; kadınlar toprağı öpmek için yere kapanıyor, erkekler ayakta haç çıkarıp yenleriyle gözyaşlarını siliyorlardı. Mezarlığın ortasında, Peder Damianos kollarını havaya kaldırdı. — Elveda babalar, atalar! diye bağırdı. Bu dünyanın büyük güçleri sizinle daha fazla yaşamamıza, sizin yanınızda ölmemize, tozlarımızı sizinkine karıştırabilmek için yanınıza uzanmamıza izin vermiyor. Bizi toprağımızdan söküp atıyorlar. Sorumlulara lânet olsun! Kollarını havaya kaldıran köy halkı, bir ağızdan haykırarak onun sözlerini yankıladı. Sorumlulara lânet olsun! Ardından köylüler kendilerini yere atıp yumuşak ıslak toprağı öpmeye koyuldular; başlarını, yanaklarını, boyunlarını toprağa sürüyor, yeniden öpmek için yüzüstü kapanıveriyorlardı üstüne! Ayrılıktan önce öptükleri, babaları ve atalarıydı. Peder Yannaros ilerledi; mezarlara, birbiri ardından kutsanmış su serpmeye koyuldu Her keresinde, ölünün yakınları : — Elveda, elveda! diye bağırıyorlardı. Elveda kardeşim, ablam, yeğenim. Sizi kâfirlerin eline bıraktığımız için bağışlayın bizleri; suç bizde değil; sorumlularına lânet olsun.
Gözleri, üzerlerindeki yazıları heceledikleri tahta haçlara dikili, ağır ağır dönüyorlardı; büyük, inanılmaz doyumsuzlukla bakıyorlardı bu haçlara. Bu haçları, fotoğrafları, teneke çelenkleri, selvileri, toprağı ve toprağın altına yayılan kemikleri yanlarına almak ister gibiydiler; alıp götürmek ister gibi!
(…)
Peder Yannaros, götüremeyecekleri ikonaları kilisenin avlusuna yığmıştı. Haç çıkardıktan sonra ikonaları ateşe verdi. İsalar, Meryem Analar ve havariler kül oldu, Peder Yannaros da bir kürekle hepsini rüzgâra savurdu.
Pontus’tan Yunanistan’a uzanan mübadelenin zorlu, zorunlu göçünde eşini kaybeden, daha öncesinde oğlu kendisine başkaldıran, evden kaçıp önce korsan sonra partizanların başı olarak karşısına çıkacak olan Peder Yannaros’un akıbetiyse Kazancakis’in romanın başındaki cümlede saklı: “Özgürlük mü istiyor vurun, öldürün onu” (SK/AS)