59. Antalya Altın Portakal Film Festivali‘nde En İyi Senaryo ödülünü alan, Özcan Alper’in senaryosunu yazar Murat Uyurkulak’la birlikte kaleme aldığı “Karanlık Gece” (2022) filmi, Netflix aracılığıyla geçen hafta yeniden izleyiciyle buluştu. Türkiye Netflix’inde en çok izlenen filmler sıralamasında kısa sürede birinci sıraya oturan film, Alper’in önceki filmleriyle örtüşen bir şekilde politik bir temanın etrafında dolaşıyor.
Antalya'nın İbradı ve Akseki ilçelerinde çekilen film, bölgeye orman mühendisi olarak atanan Ali’nin (Cem Yiğit Üzümoğlu) Gidengelmez Dağları'nda kaybolma hikâyesine odaklanıyor.
Bölgeye bir “İstanbullu” olarak geldiği her hali ve tavrından belli olan Ali’ye, İshak (Berkay Ateş) arkadaşlık etmeye başlıyor; ancak Ali, çoğu küçük yerde rastladığımız önyargı duvarına çarpıyor. Ali, dışarıdan bir müdahaleyle önce köylülerin av ritüellerine çomak sokuyor, ardından da onların içselleştirdiği olağan kötülüklere.
Ormanlık arazide kurulan av kapanlarını bir bir yakalayan Ali, bir gün “bu işin böyle olmayacağını” söyleyen köylülerin radarına giriyor. Köylüler ve Ali’nin doğrudan karşı karşıya kaldığı bu sahne, bilindik bir sonla bitiyor ve kıdemlisi Ali’den köylülere bulaşmamasını talep ediyor: “Bu adamlar bin yıldır burada.”
Av
Bin yıllık buradalığa, bin yıllık buradalığın vermiş olduğu özgüvene ve konfora odaklanan film, yakın dönem Türkiye sinemasının öne çıkan örneklerinde sıkça izlerine rastladığımız ve açıkça tanıklık ettiğimiz “linç” temasına da buradan varıyor.
Ali’nin av esnasında mı kaybolduğu yoksa huzurlarını kaçırdığı köylüler tarafından mı kaybedildiği bir muammaya dönüşürken, filmde başka boyutlar açılıyor ve elbette Alper’in sinemasına uygun bir şekilde bunların hepsi alabildiğine politik.
Hatırlayalım, ilk uzun metrajlı filmi "Sonbahar" (2008) ile Türkiye'de ve dünyada birçok ödül kazanan ve özellikle insan hakları, Kürt meselesi gibi toplumsal sorunları, kültürel farklılıklar gibi konuları işlemesi ile bilinen yönetmen, Aram Pehlivanyan’ın yaşamından esinlenerek ele aldığı "Rüzgârın Hatıraları" (2015) filmi ile de Ermeni Soykırımı’na odaklanıyordu.
Alper, bu filminde de Ali’nin kayboluşuyla izleyicinin zihninde bir kayıp ve kayıp yakını hikâyesi çiziyor. Ne ölüsü ne de dirisi bulunan Ali’nin akıbeti bir muammaya dönüşmüşken babasının da bu kayıptan sonra yolunu bulmaya çalışma serüveni başlıyor.
Babayı oynayan Taner Birsel de oğlundan sonra adeta Gidengelmez Dağları'nda kayboluyor. Bir haberleşme aracı olarak sürekli ıslık çalarak oğlunun onu duymasını bekleyen Birsel, bir müddet sonra akli dengesini kaybediyor ve dağlarda, mağaralarda uyumaya başlıyor.
Yazının bundan sonrası filme dair gelişmeleri açık edebilir.
Kayıplar
Filmin 2022’de Antalya’da aldığı ödülü yazar Uyurkulak, şu cümlelerle Cumartesi Anneleri/İnsanları’na ithaf etmişti: “Bugün günlerden cumartesi, bu ödülü on yıllardır devletin kaybettiği evlatlarına, çocuklarına bir mezar arayan Cumartesi Anneleri'ne ithaf ediyorum.”
Bu konuşma olmasa da elbette Ali’nin bulunamama hikâyesi bize Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın sevdiklerini arama ve akıbetini sorma mücadelesini hatırlatıyor. Fakat Alper ve Uyurkulak, bu sorunu neden Taner Birsel’in aklını kaybettiği bir alanda işlemeyi tercih etmiş, anlamak çok mümkün olmuyor. Üstelik elinizde Birsel gibi muhteşem bir “malzeme” varken.
Filmdeki bir diğer oyunculuk kazası da Ali’nin ablası rolündeki Sibel Kekilli ile yaşanıyor. Uzun süredir Türkiye’den hiçbir yapımda yer almayan ve özellikle Türkiyeli erkeklerin tacizi nedeniyle Türkiye lokasyonunu Instagram’dan tamamen engelleyerek “kendini kapatan” Kekilli’ye gurbetçi bir “Almancı” rolü verip, birkaç cümleyle performansını sınırlamak büyük bir fırsatın kaçırılması gibi, değil mi? Ki doğal olarak iyi olmayan Türkçesi zaten Kekilli için bir dezavantaj iken.
Öte yandan, Alper’in diğer filmlerinden farklı olarak bu kez bir yası, bir hikâyeyi ortaya belirgin bir mağdur yerleştirmeden anlatması ve bir takım yüzleşmelere gitmesi de mühim müdahale. Ve bu elbette yakın dönem Türkiye siyasetinden bağımsız değil.
Oyunbozan kadın rolü
Detaylarla uğraşmak istersek filmde önümüze şunlar da çıkıyor: Ali’nin kaybolma hikâyesinde büyük rolü olan İshak’ın failliği, çok fazla öne çıkarılmıyor. Ancak köyde örülen muazzam erkek dayanışmasında İshak’ın rolü belirgin bir şekilde açık ediliyor. Eşcinsel olmadığını kanıtlamaya çalışan İshak, kan isteyen erkek grubunu Ali’nin kaldığı eve taşıyor. Ancak burada elbette Sultan (Pınar Deniz) ile Ali’nin arasındaki ilişkinin İshak’ta uyandırdığı hasetle İshak’ın bu ölüm duvarını örmesi de düşünülebilir-di. Fakat filmde asla İshak ve Sultan’ın “büyük aşkına” dair bir detay izleyiciye verilmiyor. İshak, yıllar sonra köye döndüğünde sadece bir düğün sahnesinde Sultan ile karşılaşmasına tanıklık ediyoruz. Yine hayli kısa ve yüzeysel bir şekilde. Zaten genel olarak hiçbir karakterin hikâyesine derinlemesine inilmiyor; ancak bu elbette yönetmenin tercihi.
Sultan’ın varlığı ve oradalığı ile şekillenen kurgu ise son derece mizojinik tınlıyor. Köydeki “hafif meşrep” varlığıyla oyunbozan bir kadın olarak çizilen Sultan, erkeklerin bir araya gelmesine ya da çatışmasına zemin hazırlayan bir figür olarak karşımızda duruyor.
Film açılış sahnesi ile av ve avcılık temasıyla, obruklarıyla, gey ya da gey olduğu imâ edilen karakterleriyle ve tabii ki linci işleyişiyle kaçınılmaz bir şekilde Emin Alper’in “Kurak Günler” filmini aklımıza getiriyor. Aynı dönemde izleyiciyle buluşmasalar bir diğerinin kopyası dahi sayılabilecek bir benzerlik çünkü bu.
Ve soru
En benzer tema obruk gibi görünse de iklim kriziyle birlikte dünya sinemasında da daha fazla öne çıkıyor bu detaylar. Fakat açılış sahnelerinin dahi bu denli benzer olması, “ilginç” bir detay olarak havada asılı kalıyor. Ancak "Kurak Günler" bize obruğa uzaktan bakma ve içine düşmeme şansı veriyor. "Karanlık Gece" ise Türkiye’de nesli tükenme tehlikesi altında olan bir karakulakla birlikte o obruğun içine girme ve nihayetinde yaşama imkânı veriyor bize.
Diğer yandan ise özellikle 2015’ten sonra toplumda körüklenen homofobi ve transfobinin, erkek yönetmenlerin aklına neden gey ya da gey olduğu imasında bulunan karakterleri ve onların linç edilmesini ve bunun başarılı bir anlatım olabileceğini düşündüklerini düşünmeden edemiyor insan. Türkiyeli LGBTİ+’ların maruz kaldığı şiddeti ve insandışılaştırmayı linç edilme ya da ekseriyetle öldürülme hikâyesine yerleştirmek hayli kolay bir yöntem. Belki de akla ilk gelen kurgu. Ancak sahiden Anadolu’da bu hikâye böyle mi ilerliyor ya da iktidarın üzerimize boca ettiği ve bizleri peşine takmaya çalıştığı “kof” bir gündem mi, bu. Bunu da düşünmeye değer buluyorum.
Çünkü bile isteye kötülük, linç, kör göze parmak bir ötekileştirme olmadan da toplumsal sorunların ele alınabileceğinin iyi örneklerinden birini Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” filminde görebildiğimizi de düşünüyorum. Film, her ne kadar yönetmenin politik tutumundan bağımsız ele alınamayacak bir yerde konumlansa ve politik sorunlara bakışı “sığ” kalsa da sarih bir anlatımla size yakın dönem bir Türkiye portresi çizebiliyor çünkü.
(TY/AÖ)