Karanlığın yüreği, zalimdir ama engindir, uygardır ama acımasızdır. Onur, şan, şövalyelik, fedailik gibi kavramlara tutkundur; o tarihsel kalıtlı iksirlerle sıvanmıştır zihni bedeni. Bu türün kamusal, hatta özel giysileri, huyları, sözleri bile benzer birbirlerine. Karanlığın yüreği, ister eski ister modern dünyada olsun kutsallaşmış cinayetlerin tam da karar merkezidir. Aynı aşkla bağlanmış binlercesi görevli ve karmaşık bir yumakla örülmüş bir tapınakta seçilmiş bir organ. Tarihle boyunca varlığını sürdüren, gittikçe koyulaşan kanıyla, ritmik bir iradeye dönüşmüş bugün de capcanlı tek yürek. Bu yüreğin çevresi tutsaklık zincirleriyle örülse de böyledir.
Mehmet Ağar bir "karanlık yürek"tir. Yüreklidir de ayrıca; ideallerini aşağılayan kişiler karşısında dik durmak da yürek istemez mi? Yürekliliği uzun sürmüştür üstelik. Güçlü görünmekten başka güç yoktur inancı var onda, bazı inançlılarda olduğu gibi. Devletten güç istemiş, güç edinmiştir; dokunulmazlar zümresine seçilecek kadar.
Bazen yalnızlığını hissettiğinde epey yıpranmış olmalı ki karanlık yürek sızlıyor şimdi. Bu duyguyu herkes kendi yalnızlığından da bilebilir zaten. Özellikle de yaşlılık yalnızlığı böyledir. Çağlayangil, Erim, Batur, ... Yaş gelince yükseklerden ovalara inmenin, tepelerden enginlere bakmanın zamanı geldi der bu tür. Bunları düşünürken gevşer de, rahatlar da. Huzur bile duyar. Bu türün huzurla gevşemesine olanak ve özgürlük tanınsa gevşemeyi intihara kadar vardıranlar bile görülmüştür, bu tür kişiliklerde. Ağar böyle değil. Yazmak istiyor.
Yenipazar'da, Kürt Raporu yazıyor olduğunu okuyunca başlamıştı bu duygusal düşüncelerim. Öfkem, hıncım geçince bazı kaygılarımı dile getirmek istedim birden. Mesleki bir refleksle ders bile vermek istedim ona kendimi tutamayıp. Deseydim ki (dedim kendi kendime), bu yazı türü roman olursa, besbelli çoksatar olur. Ben ilk alıcısı olmaya hazırım. Romanın anlatıcısı da, başkahramanı da kendisi olursa, bu kurgu üslubu biraz savunma gibi anlaşılabilir.
Anılarını yazmak da inandırıcı bir yoldur. Özellikle iş işten geçmiş zamanlarda. Kurt Kapanı mucidi Karl Dönitz gibi. O, Dönitz, mükemmel bir devlet örneği yaratmak için sualtı teknikleri geliştiren o kişilik, sorumlusu olduğu, bu nedenle cezalandırıldığı Nazi döneminin başarısızlıklarını anlatmıştı, anı tarzıyla. "Anlaşılamadım zamanında ah vah" temalı bir metin çıktı sonunda. Bu türün de okunması çok faydalı ve çok zevklidir ama asıl "Tanrı Yazar" konumunda bir anlatıcı varsa Ağar'ın romanının kurgusu olağanüstü olabilir. Hatta biraz özense Nobel bile alabilir. Çünkü bu da bir keşiftir, Dönitz'in kadar somut ve teknik zekâ gerektirmese de Ağar'ın keşfi şu olabilir: Devletin bir "mutlak" olduğunu Hegel bile kanıtlayamamışken, Ağar'ın öz bir anlatıyla bunu kanıtlaması, zihinlerde ruhlarda, kurguda ve gerçekte yepyeni bir akım yaratabilir. (Hegel devlet organlarının uzlaşmaz çelişkisini uzlaşır sanmış; Prusya'daki olgulara aldırmamıştı. Ya kafaya takacak zaman bulamadı danışmanlıktan, ya da zaten pek anlamamış olarak orda bıraktı. Ölmeden önce "Mutlak ide" deyip zihninin kapağını kapattı.)
İnceleme türü de Ağar için mekansal nedenle olanaksız gibi görünüyor. Apaçık değil mi; binlerce devlet belgesini Pazar'a taşımak herhangi bir Kongo devletinin bile yapacağı iş değildir bu çağda. Şu olabilir ama: Sansürlenmemiş Wikileaks disketleriyle internete bağlı bir bilgisayar, incelemeyi kanıtlayacak malzeme bolluğu açısından kaynak işlevini görebilir pekâlâ. Bu malzemeleri Yenipazar'a iletecek bir ulak yoksa görüşçüsü Fatih Terim bile götürebilir yanında. Ama bu belgeler de çok uzun, fazla girifttir; inceleme için vakit dardır; zaman kısalmaktadır.
Ağar'ın "kurşun sesinden bıktım kuş sesi duyalım" savsözlü yazısının, deneme türünden başkasını kaldırmayacağını sanıyorum. Bilinir ki deneme türünün dışladığı tek bir çöp bile yoktur hayatın her alanında.
Ağar'ın zorunlu bir okuru olacağıma göre, ne yazarsa, hangi üslupla yazarsa yazsın, imlaya özenmesini bekleyemem ama hiç olmazsa "de"lere, "da"lara, "ki"lere, "şapkalara" dikkat etmesini istemek yazısız haklarımdan biridir benim de. Kaygım her okur gibi zorlanmadan okumaktır. Kafam karışmasın, yazdığını bir de bana yazdırmasın yazar. İmlaya dikkat etse yeter.
Örneğin: "Bizde" derken, "de"yi kasten ayırmazsa, okur algısında ve dil kuralında "devlette" demiş olabilir. Bu durumda "Devlet"i de zor duruma sokabilir hiç istemeden; bu anlam ülküsüne uygun düşmezdi zaten. "Bizde" yazmanın doğrudan kastı, "ben" demenin ayıp olduğu çağdan kalma "bizde" ise, bunu ayırmak zorlaşır. (Başbakanımızın sık sık kullandığı gibi. Kendine "biz" deyip kalan herkese "sen" diyen dünyadaki tek Başbakan.) Uygarlıkta kibarlık imladan başlar, derdi eski Uygurlar.
Ne yazarsa yazsın, okumaya hazırım ben ama bunca "karanlık yürekli" arasında yüreği şöyle ya da böyle nedenle, az ya da çok sızlayan bir yüreğin diyeceklerine tanık olmak, sızlayan yüreklerin acısını hafifletebilir mi, bilemiyorum. Bildiğim eskilerden yine. Zıpır oğlan cılız kolunu büke büke kırdığında, ne demişti o köle filozof, eğitimini üstlendiği velede, kralın oğluna: "Ben demedim mi?"
Bunu demek acı dindirir mi? O halde beklentisiz okuyacağız mecburen. İmla hatası olmasın yeter.