Hepimizin bildiği bir mevzu, belki de bir rivayet; bizim siyasetçiler zamanın birinde heyet halinde İsviçre'ye gitmişler. Resmi görüşmede karşı heyette Denizcilik Bakanı varmış.
Bizimkilerden biri karşı heyetin başkanına sormuş: "Ekselans, İsviçre'de deniz var mı?"
İsviçre heyet başkanı bozulmuş ve şu yanıtı vermiş: "Biz size Türkiye'de Adalet Bakanlığı neden var diye soruyor muyuz?”
Rivayet de olsa fark etmez. Adalet ve hukuk sistemimiz şimdilerde daha da kötü durumda.
Machiavelli’nin “hukuk, siyasal iktidarın toplumu tek taraflı olarak kurmanın, egemenin iradesinin topluma dayatılmasının bir aracıdır” anlayışı, sadece bizde değil, yüzyıllardır egemenler tarafından dünyanın bütün coğrafyalarında uygulanıyor. İstediklerini yapabilmek, mazlumları baskı altına alabilmek, iktidarlarını sürdürebilmek için her yolu mubah görüyorlar. Ülkemizde de bu anlayış her olayda karşımıza çıkıyor ve bütün hayatımızı derinden etkilemeye devam ediyor. Adeta nefes almamızı engelliyor.
Bir de, yanlış anımsamıyorsam, Kültür Bakanlığı var da; Deniz Bakanlığı niye yok meselesi vardı bir zamanlar. Kültür Bakanlığının olmasının yararını ne kadar gördük, onu da herkes kendi açısından değerlendirebilir!
Öyle ya! Ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili, yarımada bir ülkeyiz. Bununla hep övünürüz de Deniz Bakanlığı yok. Denizlerimiz sahipsiz.
Aslında 1925 yılında varmış da yolsuzluk nedeniyle 1927 yılında lağvedilmiş. Yavuz zırhlısının onarımı için havuz alımı sırasında Fransız şirketinden rüşvet alındığı iddiasıyla ilgili Bakan Yüce Divanda yargılanmış, bu olay tarihe de "Yavuz-Havuz Yolsuzluğu" olarak geçmiş. Sonra da seksen yıl bir daha kurulmamış. Denizleri koruyalım, deniz ulaşımını geliştirelim derken rüşvete bulaşırız neme lazım kapat gitsin!
Denizcilikle başladık madem biraz daha oradan devam edelim. Doğal olarak beklenti şu; “Denizcilik Bakanlığımız olursa, deniz yolu ile ulaşım geliştirilir, denizlerimiz kirliliğe karşı korunur, balıkçılık kontrol altına alınarak balık çeşitliliğimiz korunur, kıyılarımız korunur vs”.
Peki öyle mi oldu?
Osmanlı döneminde 1870’lerde; Çarşamba günleri Osmaniye kumpanya vapurları, Cumartesi günleri Rusya kumpanya vapurları (Batum’a kadar), Cuma günleri Avusturya kumpanya vapurları, Pazartesi günleri Fransız kumpanya vapurları Dersaadet’ten başlayarak, Ereğli, Amasra, İnebolu, Sinop, Samsun, Ünye, Ordu, Giresun, Tirebolu iskelelerine uğrayarak Trabzon’a gider, oradan tekrar Dersaadet’e geri dönerdi. Son İstanbul- Trabzon vapuruna çocukluğumuzda yetiştik neyse ki. O da çok eskilerde kaldı. Deniz ulaşımımız uzun yıllardır feribot seferleri düzeyinde.
Deniz ulaşımını geliştirmesi beklenen Bakanlık bunu gerçekleştiremedi ama, deniz üzerinden ulaşımın kara yolu ile geliştirilmesine yardımcı oldu! Denizler doldurulup yol yapılırken de engel olmadı! Adının Ulaştırma ve Denizcilik olmasının anlamı bu olsa gerek! Sadece yol yapana değil, deniz dolgusu üzerinde ‘yatırım’ yapan bütün bakanlıklara da; havalimanları, stadyumlar v.b konularda ses çıkarmadı! Kıyılarımız her geçen biraz daha betonlaştı.
Bu arada balıkçılık ne oldu? Balık çeşitliliğimiz bir yana, geriye kalan birkaç tür bugünlerde saklanarak neslini sürdürebilme uğraşında. Yapılanları görünce, “Denizcilik Bakanlığımız” hiç olmasaydı daha iyi olmaz mıydı acaba diye düşünmeden edemiyorum!
Peki, “Orman ve Su İşleri Bakanlığımız” ne yapıyor? Onun da ormanlarımızı ve akarsularımızı koruması gerekiyor doğal olarak. Ya da biz öyle sanıyoruz. Ama bunun tam tersi örnekler o kadar çok ki, hepsini burada sıralamak mümkün değil. Yazı dizisi olmak durumunda.
Orman bağlamında; bugünlerde 3. Havaalanı ve 3. Köprü devamındaki bağlantı yollarının Kuzey Ormanlarını yok etmesine, Fatih Ormanındaki yapılaşmanın ve taş ocaklarının verdiği zararlara sessiz kalmasını, hatta ormanlardan geçen otoyolların açılışlarına katılarak destek vermesini söylemek yeterli sanırım. Su havzalarının yakınlarında ki yapılaşmalara, derelerimizin HES’lerle işgal edilip yok edilmesine verilen destek de ‘su işleri’ bağlamında her şeyi açıklıyor! Kısaca görev alanındaki orman ve su dışında her şey itinayla korunuyor!
Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız da var ne yazık ki!
O da üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor! Şehirler son yıllarda kimliğini hızla yitirip, kendilerine has mimari özellikleri yok edilerek birbirine benzetilirken; gökdelenlerle, AVM’lerle, çarpık, çirkin yapılaşmada birbiriyle yarışır hale gelirken; TOKİ ucubeleri ülkenin dört bir yanını sararken; tarihi Ermeni, Süryani, Kürt kentleri yıkılıp yerle bir edilerek yeni rant alanları açılırken, insanlar uzun yıllardır yaşadıkları çevrelerden koparılıp, sosyal ve kültürel birikimleri yok edilirken, görevini yapmanın huzuru içinde icraatlarını sürdürüyor!
Ülkenin her köşesinde insanlar, yaşam alanlarına sahip çıkma ve çevreyi koruma mücadeleleri verirken, gerçekleştirilecek projelerin çevreye olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlenmesi ve olumsuzlukların giderilmesi bağlamında hazırlanan ve Bakanlığın onay verdiği taraflı çevre etki değerlendirme (ÇED) raporlarıyla da uğraşmak durumundalar. Çevreyi ilgilendiren konulardaki yaklaşımlarını göz önüne alınca, çevre kavramının, yaşadığımız çevre değil de, inşaatın çevresi kastıyla kullanıldığı anlaşılıyor.
Enerji Bakanlığı ise başlı başına bir yazı konusu. Dünya fosil yakıtlardan vazgeçerken, Türkiye’de bu sözleşmelere imza atmışken, fosil yakıt destekleri ve kömüre dayalı santral yapımları son sürat devam ediyor. Nükleer santral konusu ürkütücü. Enerji adına yaşamdan vazgeçebilecek bir anlayış. Enerjimizi ‘düşünenler’, sağlığımızı hiçe sayıyor. Ekoloji kavramıyla sorunlular. Çevreye alerjileri var.
Konu, içine girildikçe çıkılmaz hale dönüşmeye başladı. Şimdi, tarım ve hayvancılığımızın yok edilmesinden hareketle ilgili Bakanlığı ya da sporda şiddetin ve ırkçılığın her geçen gün daha da arttığı bu günlerde Spor Bakanlığını; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın yaptığı bütün açıklamaları; yaz-boz tahtasına dönüştürülen eğitimin niteliksizliğini, sağlık alanındaki paralı uygulamaları; yargının ve adaletin acıklı durumunu irdelemeye kalkarsak konu iyice vahim bir hale dönüşebilir.
Ayrıca halkımız, bu alanlardaki uygulamalarla gündelik yaşamlarında o kadar sıklıkla karşılaşıyor ki, fazla söze hacet yok.
Düzelir mi peki? İşte o konuda yakın vadede henüz bir umut ışığı gözükmüyor. İtirazların, henüz bu düzeni ve gidişatı değiştirecek boyutta olmadığı ortada. Ama gitgide, yaşam alanlarının yok edilmesine karşı yerel anlamda verilen mücadeleler, çevre bilincinin gelişmesini de beraberinde getiriyor. Şimdilik yerellikle sınırlı bu itirazların ivme kazandığı ve uzun vadede etkisinin artacağını söylemek mümkün. Doğaya saldırılar arttıkça, karşı çıkışlar da çoğalacak ve bir yörenin derdi diğerini de ilgilendirdiği ölçüde anlam kazanacak. Sadece yaşadığımız bölgeyi değil, başkalarının yaşam alanlarını da ( tüm canlı yaşamı ile birlikte) savunduğumuz zaman insanca yaşamayı hak ediyor olacağız.
Bergama köylülerinin onurlu ve kararlı direnişlerinin üzerinden yıllar geçti. Onların verdiği haklı ve sempatik mücadele, şimdilerde Doğu Karadeniz’in derelerinde, yaylalarında sürüyor. Alakır’dan Akdeniz’e, Munzur’dan Mezopotamya’ya akıyor. Sinop’tan Akkuyu’ya, oradan Aliağa ve Yırca’ya uzanıyor, Karaburun’a ulaşıyor. Kuzey Ormanlarından Trakya Havzasına geçiyor. Anadolu’nun verimli ovalarında dolaşıp ete kemiğe bürünüyor. Umudu besliyor. Büyüyerek sürüyor…
Nazım Usta’dan:
Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..
Yürümek;
dost omuz başlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..
Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek...
Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek... (Şİ/HK)