Seyfi Dursunoğlu ve kendinden daha meşhur sahne personası Huysuz Virjin’siziz artık… Elbette geniş halk kitleleri onu televizyonlar aracılığıyla ancak 1990’larda tanıyabilmiş, 2000’lerde biraz hafiflemiş (haydi soluklaşmış denmesin) haliyle onunla muhabbetini sürdürebilmiş olabilseler de Huysuz Virjin 2010’larda ancak Seyfi Bey’in bazı muzip bakışlarında, “ağzıma geleni zor tutuyorum” edalı sessizliklerinde ve dilinin çatallanıverdiği anlarda kendini hissettirir olmuştu. Kontrollü de olsa azıcık koyverip gittiği anlarda.
Baskı ve sansür tüm gücüyle yüklenirken, benim bildiğim kadarıyla Huysuz Virjin’i en son 2018’e girerken, herhalde Kanal D’nin giderayak millete bir güzellik yapma hevesine kapıldığı bir anda kendisini ekrana çıkardığında görebilmiş, bir nebze özlem giderebilmiştik. Fotoğrafta görüldüğü gibi, Abacı ile hasbihal etmişti, çok eski dostlarımızı görür gibi olup, biraz burulup biraz da neşelenmiştik.
Huysuz Virjin tiplemesi, şüphesiz memleketimizin gelmiş geçmiş en başarılı, en kalıcı, en tanınan zennesi olarak tarihe geçti. Hangi tarihe derseniz, büyük T ile yazılan malum tarihe değil besbelli ki. Foucault’nun görse-işitse pek hoşuna gidecek türden bir “yerel”, tutarlılık arz etmeyen, parçalı, örselenmiş, üstü kapatılmış, iktidar biçimlerinden uzakta kümelenmiş ve orada kalması tembihlenmiş tarihlerin bazılarına diyelim. Bunun muhtelif bedeller, mücadeleler, görünür-görünmez yaralarla dolu bir tarih olduğunu sezmek için de illa buralardan geçmiş olmaya da gerek yok.
Keza Zeki Müren’in aşama aşama ilerleyen, kendi tabiriyle her hareketinde halktan gelen tepkiyi ölçerek ve geri adım atmaya da hazır durarak şekillendirdiği sahne travestiligi ile Bülent Ersoy’un halen süren ve savrulmalarla dolu serüveninin aksine, Huysuz Virjin sahnelerde hiçbir zaman anaakım içinde olmadı. İlk dönemlerinin Kulüp 12’sinin, Rujenuar günlerinin ardından, örneğin alaturka gazino kültürünün altın çağını yaşadığı 70’lerde en büyük gazinolar olan Maksim’ler, Gar, Lunapark ve Boğaz tarafındakilerde pek çalışamadı.
Ama daha “halk” tipi sayılan Çakıl’da ara ara kadroya giriyordu. Mesela Selami Şahin ve Gülden Karaböcek ile bir programda ya da Hülya Sözer ve Tatlıses ile bir diğerinde. İkincil gazinolarda sanatını icra etmekte belli ki daha rahattı. Örneğin Big Ben’de Müzeyyen Senar’ın altında, Aşiyan’da Nükhet Duru ile, Orient’te yine Selami Şahin ile, Semiramis’te Adnan Şenses ile, Taksim Belediye’de Perihan Sözen ile çalışabiliyordu. Ama örneğin kendine yakınında hiç yer bulamadığı Zeki Müren ile Büyük Maksim’de ya da söz gelimi Emel Sayın ile Caddebostan’da çıkması hiç mümkün olmadı. Hiç merkezin de merkezinde olmadı.
Kendisinin de çeşitli yerlerde bahsettiği gibi, Huysuz Virjin’in alaturka gazino işleyişinde aşağılarda, ilk sıralarda, erken saatlerde sahneye çıkması gerekirdi. Ama onun mevcudiyeti ve performansının niteliği o konuma uymazdı; muhtemelen egosu da. Gazinoda kanto yapıp kabul görmüş, en büyük programlarda çalışmış ve devletin de TRT eliyle göz kırptığı isim daima Nurhan Damcıoğlu’dur hem… Huysuz Virjin gece kulüplerinde, genellikle solistin programından sonra kalan izleyiciyi eğlendirmek için, alaturka gazinonun hiyerarşik ve kendini fazla ciddiye alan (a la Müren) ortamından uzakta, herkesin de kafası güzelken, pervasızlaşırken neşelendiren bir figür olarak hayatını sürdürüyordu. Galiba bunun tek istisnası, İzmir Fuarı’nın büyük gazinolarında program yapabilmesi. Ne de olsa İzmir; ne de olsa fuar da bir nevi karnaval istisnailiği teşkil ediyordu gazino normlarına.
Daha mütevazi gazinolarda programlar, gece kulüpleri, Nükhet Duru ve Füsun Önal ile Merhaba Müzik müzikali, Ali Poyrazoğlu’nun Yeşil Kabare’sinde yaptığı şov derken 90’lar gelir ve hem oldukça sansürlenmiş, “toparlanmış” televizyon şovları ile halka mal olur, hem de Günay programlarının “demirbaşı” niteliği kazanması ile sahne hayatı istikrara kavuşur Huysuz Virjin’in. Ekonomik anlamda da hak ettiği şekilde de rahata erer. Sonrası zaten herkesin bildiği bir hikaye...
Beni asıl şaşırtan, örneğin Judith Butler’ın Amerika’daki drag queen ve drag king’lerin sahne performanslarını izleyerek, şahit olduğu icralarda bir düzen tespit etmesi, bu düzen ve tekrarın da “doğallık” sanrısının hammaddesi olduğunu iddia etmesi gibi, acaba bizim “yerel” ve iktidar biçimlerinden uzakta kümelenmiş feminist-queer (ya da o zamanki lisan-ı münasiple ne diyorsak) kuramcılarımızın, Huysuz Virjin gibi bir malzemeden hiç yararlanamamış oluşumuz.
Benim dahil olduğum kuşak 2000’lerde Butler’ı anlamak ve anlatmak için ter dökerken, buralı insanlara en buralı örnek olan Huysuz Virjin’den bahis açardık hep. Kimbilir, belki devrimin koşullarının oluşmasını bekleyen solculuk her ne kadar kimileri oldukça müreffeh geriplanlardan gelseler de Huysuz Virjin’in çıktığı yerlere gitmelerinin önüne geçiyor ya da bunlardan konuşmayı uygunsuz kılıyordu; ya da belki Huysuz Virjin’de bedenselleşen temsil onlara yeterince örselenmiş, yeterince “madun” gelmemişti.
İşin ilginci, 2010’lar İstanbul gece hayatında da (ya da ondan geriye kalabilen enkazda diyelim) oldukça sınırlı bir kitleye hitap eden ve oldukça marjinal sayılabilecek bir konumda olsa da zennelik (drag king-drag queen) kültürü yeniden kıpırdanıyor. Belki bu sefer, itibar sahibi kültürel kuramcılarımız ile eleştirel feminist-queer araştırmacılarımız, hazır sol da “açılmış” ve çeşitliliği bir nebze olsun kabullenmiş gibiyken, bu gelişmeyi de ıskalamaz da Huysuz Virjin’in ve diğerlerinin de hak ettikleri yere oturacağı buraya ait bir “şimdinin tarihini” oluşturabiliriz beraber. Sonrası bir nebze daha kolay, elimizde bir makas, çastara çastara ças!
Saymadık Kaç Yıl Oldu
Artık Huysuz Virjin’siziz ama neyse ve iyi ki Gönül Akkor hala hayatta. Elbette 1994’ten beri çalışmıyor ve inzivada. Dolayısıyla gerçekten “bizimle” değil. Ama biz, hep onunlayız. Engel, bahane tanımadan.
60’larda başladığı müzik yolculuğu 70’lerde doruk noktasına ulaşan ve en aranan, namlı assolistlerden biri haline gelen, hem alaturka hem pop türdeki plakları da çok satan Akkor, 80’lerde sahnelerden çekiliyor, çıkardığı kasetlerde de arabeske yöneliyor; bu sefer de bu türün hakkından geliyor, değme arabeskçilere taş çıkartıp “gönüllerin sultanı” iken acıların, kahırların kraliçesine dönüşüyordu.
Müziği bırakmışken, Rumeli Caddesi’nde karşılaştığı ve bence zaten hep onun hayranı olan Sezen Aksu’nun da teşvikiyle son albümü Dönüş’ü çıkarıp, biraz da televizyonda (ki bu da oldukça nadirdir uzun meslek hayatında) görünüp tekrar ortadan kayboluyordu. Benim bilebildiğim kadarıyla en son 2000’lerin başında Günay’da dostu Cenk Koray’ı anmak için yapılan bir gecede belirmiş ve böylesi sıkı takipçilerini sevindirmişti. Sonra, ciddi sağlık sıkıntıları geçirdi maalesef.
Bir süre kendisini dinlemiş, birazcık olsun ona kulak vermiş olanlar bilirler, bir şarkıyı Gönül Akkor’dan dinledikten sonra, diğer yorumcular ne kadar kabarsalar da ne kadar yırtınsalar da pek aynı etkiyi yaratamazlar. Hayatta olup, yaşını başını almış değerli sesleri üzmeyi kimse istemez (ben, asla) ama konu şarkıcılıksa eğer Gönül Akkor bir at boyu önde koşar hep. Teknik tabirleri bir vakit geçelim: bir sesten bir sese atlayışı, yürüyüşü ya da “düşüşü” onun kadar ihtişamlı yapabilenlerin sayısı da çok ama çok azdır.
Canlı müziğe biraz meraklılar bilir ki notaya, usule, nağmeye, icraya alışık, adeta “şerbetlenmiş” müzisyenler, sahnedeki solist maharetlerini sergilerken pek de oralı olmazlar. Arada konuşurlar, gülüşürler bile hatta. Bu da normaldir, çünkü defalarca tekrar ettikleri bir işi yaparlar o esnada, biz huşu içinde dinlerken. (Benden daha şanslı olup, dinleyebilmişlerce) anlatılır ki, o usta sazendeler bile Gönül Akkor’a eşlik ederken kendilerini onun sesine, yorumculuğuna kaptırır, bazen çalmayı bile unutur, “bu kadın bu sesi nereden buldu şimdi” diye hayret ederlermiş.
Neden bahsettiğimi bilen ya da merak edenlere müjde, müzik dünyasının çalışkan kurumu ve benim gibi tozlu kayıtlara, unutulmuş arşivlere meraklı kitlenin gözbebeklerinden Ossi Müzik’ten geldi: yeni olmasa da yeni derlenmiş bir Gönül Akkor albümü. Muhtemelen içindeki en popüler şarkı olduğu için Aşkın Kanunu adını taşıyan bu (dijital) albümde yine daha çok bilinenlerden Nasıl Geçti Habersiz ve Ben Gamlı Hazan da var. Ayrıca pek ortalıkta olmayan, bende de Akkor’un söylediği kayıtları bulunmayan 7 alaturka şarkı. Halbuki ses verdiği her şeye sahibim sanırdım safça, kimbilir daha neler var Akkor’un asla toplanıp yeniden yayınlanmayan, bir paket halinde sunulmayan geçmişinde.
Gönül Akkor dendiğinde, bir albümle keşfedilebilecek, yorumculuk gücünün boyutları hemen anlaşılabilecek bir isimden bahsetmiyoruz; gelmiş geçmiş müzik serüvenimizin en müstesna isimlerinden biri o. Ama her yapım ya da yeniden lansman onu biraz daha dinlemek, birilerine daha dinletebilmek, yeni bir özelliğini, bir vurgusunu keşfetmek için fırsat niteliğinde. Bu albüm de içerdiği şarkıların az bilinmesine istinaden bugünün dinleyicisini hemen içine alacak bir yapıda değil belki ama umulur ki birilerinin bu vesileyle onu duymasına, dinlemesine, hatırlamasına imkân olur.
Sessiz Kalınca Vazgeçtim Sanma
Herhalde benden başka hiç kimse, 90’lar jenerasyonundan sadece iki isim seç gibi fantastik bir önermeye, Demet (Sağıroğlu) ve Göksel demez. O kadar severim.
2009’da Radikal’de Demet için “kimselere benzemeyen tınısı, gırtlağının derinlerinden gelen ve acıyı hem çığlıkla hem fısıltıyla aktarabilen sesi, en ufak nefes almasında, yutkunmasında kendini belli eden coşkusu ile kuşağının en Akdenizli, en yaşayan yorumcusu. Sözlerin üzerine basar, kimi zaman da atlar geçer, ama söylediği şarkıların kaderini daima değiştirir” diye yazmıştım. O günkü, bir nevi geri dönüş denemesiydi, ben de unutmadık, vazgeçmedik demeye çalışmıştım. O beklenen geri gelme ne yazık ki gerçekleşmedi, aradan gecen yıllarda galiba Sağıroğlu da o beklentiden vazgeçip aktif müzik yaşantısından da Türkiye’den de uzaklaştı.
Kimlere ama kimlere yer bulan, kucak açan, sanki muhasebe müdürü arıyormuşuzcasına “sesi yok ama iyi şarkı seçer; akıllıdır, zekidir, iyi hamle yapar” falan diye kimlerin pazarlandığı, cilalandığı o anlı şanlı müzik endüstrimiz, tüm o unutulmaz şarkıları ile bir Demet Sağıroğlu’nu ikame edemedi işte. Bence varlığı gibi yokluğu da eşsiz ve yeri dolmuyor. “Zeki” olup iyi hamle yapamadı belki--ya da buna tenezzül etmedi, ama müzikseverlerin kulağında anısı hiç solmuyor, eskimiyor.
Neyse ki son yıllarda birazcık olsun yaprak kıpırdıyor bu cephede. Kayahan’ın En İyileri başlıklı ve iyi olmaktan hayli uzak derleme albümün uzak ara en etkileyici şarkısı onun ses verdiği Nartanem idi, hem de kimsenin bilmediği-hatırlamadığı, Kayahan’ın en büyük hitlerini barındıran karanlık pop-arabesk değil mütevazi ve naif döneminden bir eser olmasına rağmen. Aynı şekilde, Erol Evgin’in beklentilerin çok altında kalan Altın Düetler 2’sinin de açık ara en iyisi yine Demet ile söylenen Yeter’di.
Kendisi önce bana biraz teatral gelse de sevilen Açık Çay isimli tekli ile bir nabız yoklamış, sonrasında Sen Şimdi Aşk Diyeceksin ile çıtayı hayli yükseltmişti. Kısa bir süre önce, tam bu karamsar yazın başında, bu iki şarkıda da işbirliği yaptığı Sadettin Dayıoğlu ile birlikte ürettikleri yeni bir eser yayınladı: Yaşadım Saydın mı? Yine çok iyi, yine etkileyici, yine bizi naftalin kokmayan bir 90’lar havasına ışınlayan, ya da oradan esintiler taşıyan, bu solgun yazımıza nefes olabilecek bir şarkı daha geldi. İyi ki patırtıyla gürültüyle değil sessizce bile olsa, döndü Demet Sağıroğlu. Hiç ayrı kalmayalım bir daha!
İçimizde Hırçın Kuşlar
Darbeyi beklemediğimiz taraftan aldık. Göksel’in yeni şarkısı Lütufsuz Yaz belki içinde olduğumuz günler hayal edilerek yazılmamıştı ama hiç de yaza benzemeyen, herkesin hepimizin huzursuz olduğu, pek sevinemediği, pek de gülmediği, “neyi ve kimi” özlediğimiz, beklediğimiz belli olmayan kolektif halet-i ruhiyemizin dizelere dökülmüş hali gibi. Ya da Göksel, her zamanki zarafeti ve inceliğiyle ayna tutmuş içimize dışımıza, bir kez daha. Bazen bir şarkıyı dinlediğinizde, ya da eşzamanlı olarak Lütufsuz Yaz’ınki gibi yalınlığıyla göz alıcı olabilen bir klip izlediğinizde, sadece müteşekkir hissedersiniz kendinizi. O, “ölmeden son bir yaz” dese de, iyi ki hala hayattayız ve Göksel bu şarkıyı yapmış, biz de dinliyoruz dersiniz. Bu kadar karanlık içinde “iyi ki” dedirtmek de ne güzel, ne muhteşem.
2015’te çıkan son albümünden bu yana yayınladığı tekliler Tam da Şu An, Ben Fena Aşığım, Bu da Geçecek, özellikle de geçen yaza damgasını vuran ve kendi içinde efsaneleşen disko hiti Hiç Yok ile Ayşegül Aldinç’e verdiği (sonra kendi kaydı da Yaşar Gaga’nın albümünde yayınlanan) Unutamadım ile süregelen tırmanışını başka bir yere taşıyan bir eser olmuş Lütufsuz Yaz. Şimdi, öncesinden de daha heyecanla bekleyeceğiz başka neler geleceğini ve Göksel’in kimselere benzemeyen müzikal yolculuğunun bizi hangi duraklara götüreceğini. (CÖ/AS)