Geçen hafta iki su kaplumbağası sahiplendim. Biri açık yeşil renkli ve çok hareketli değil. Miskin miskin suyun içinde yatıyor, bir derdi var ama yok gibi de. Söylüyor da söylemiyor gibi. Fakat bir derdi olduğu kesin.
Adını “Polokuş” koydum. Hemşince. Türkçe anlamını, derdini tasasını bir şekilde anlatan, duyulmak görülmek istenen gibi düşünebilirsiniz.
Diğeri ise daha koyu yeşil renkli ve aşırı hareketli. Minik yaşam alanlarına koyduğumdan beri camlara vuruyor, bir şekilde kendini belli ediyor ve hatta yerden yere atıyor. Deyim yerindeyse isyan çıkarıyor, ille de beni “buradan çıkar” diyor. Onun adı da“Tartaluş”. O da Hemşince.
Derdini tasasını böyle yerlere yatıp kuiz kıyamet (Rize merkezde çok kullanılan bir deyim, bağıra çağıra anlatan, şaşkınlık ifade eden bir kelime gibi düşünülebilir. Bir bakıma İngilizce’deki ‘o my got’ gibi) anlatıyor diye.
Tartaluş ne kadar, “Beni buradan çıkar” diye camlara vurup, o alandan çıkmak istedi ise, Polokuş öylece duruyor.
Nasıl beceriyorsa, minik Tartaluş’un çıkardığı sesten evde başka bir şeye odaklanamaz oldum. Bir şekilde onu görmemi, çıkardığı sesi duymamı sağladı. Dayanamadım.
Geçen haftanın yazısını da yazarken dikkatim dağılmasın diye, kendimce bir çözüm buldum.
En azından banyo duşakabini içinde kendilerine takılsınlar dedim. Ne de olsa şimdi durdukları yerden, çok daha büyük olacağı için bir nebze de olsa özgür ve rahat hissedecekler diye düşündüm.
Duşakabinin içine biraz içme suyu döktüm, gider kısmını da kapadım. İkisini oraya bıraktım ve yazıma devam ettim.
Ara sıra gidip baktım elbette. Görece kocaman alanda koşturan Tartaluş ve Polokuş, gayet iyilerdi. Nihayetinde Tartaluş’un isyanı sonuç vermişti.
Yazım bitti, saatler geçti.
İkisini tekrar eski yaşam alanlarına alayım dedim ki işte o zaman asıl isyanla karşılaştım.
Sadece Tartaluş değil artık, Polokuş da isyandaydı. Hatta tam olarak isyanın bir neferiydi.
Hiçbir şekilde o kapalı alana girmek istemediler ve suyun içinde ikisi de kendini bir oraya bir buraya attı. Dakikalarca bu sesleri duymamaya çalıştım, yok saydım. Ne yazık ki o camekanın içinde başka bir hayat isteyenler olduğunu biliyordum artık. Netti. Yani benim de keyfim kaçmıştı.
Umut böyle bir şey demek ki dedim. Tartaluş’un başlattığı isyan umuda döndü, cesareti Polokuş’a bulaştı.
İkisi birlikte özgürlüğün tadını aldı, başka bir yaşam olabileceğini gördü, yaşadı ve asla geri bir noktaya dönmek istemediklerini net olarak ifade ettiler.
Kadın hareketi geldi aklıma
8 Mart’larda, 25 Kasım’larda, Onur Yürüyüşleri’ndeki hallerimizi düşündüm.
Sıkılan biber gazından düşen bir kadını yerden kaldırdığımızı, gözaltına alınan lubunyanın videosunu da kaydetmekteki ısrarımızı. Polisin engellemesine rağmen "Ben gazeteciyim işimi yapayım, bırak" cümlelerini...
Evde, fabrikada, iş yerinde, sokakta, otobüste kadınların cesaretinin birbirini nasıl etkilediğini, heyecanla beklenen Gece Yürüyüşlerini hatırladım.
Bir kadına haksızlık yapıldığını düşündüğümüzde, onu mutlu etmek, yüzünü azıcık güldürmek, konusunu dahi açmadan içini rahatlatmak için verdiğimiz çabanın kıymetini anladım.
Sadece bir kişi değil aslında yeryüzünün daha iyi bir yer olmasını isteyen binlerce kadın, erkek, lubunya olduğunu protestolarda, panellerde, toplantılarda, bir erkek şiddeti davasında, çok uzak değil aslında daha geçen haftasonu İranlı kadınlar için toplanan yüzlerin eyleminde, gördüm görüyorum.
O kampumbağa umuduymuş. İktidara, patriyarkaya, yaşam alanlarımıza müdahale edenlere, "ben buradayım, başka bir hayat istiyorum, gör, duy, varım, var olacağım" diyenlerin cesareti...
Kamplumbağa umudumuz, hayallerimiz, inancımız bitmesin...
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü gelirken sesimiz, sessizliğimiz birbirimize güç olsun…
Şiddetsiz bir hafta dileğiyle…