George Carlin (yine Schopenhauer göndermeleriyle dolu) bir gösterisinde, kedilere göre köpeğin bakışlarındaki son derece insancıl, sanki acı çekiyormuş ya da neşeliymiş izlenimi uyandıran farkın, köpeklerin kaşları ve onlara eşlik eden mimikleri olduğunu söyler. Fakat buna eklenmesi gereken bir şey daha vardır: oraya yüklenen anlam onun bakışlarında değil bizim bakışlarımızdadır.
Doğanın her reaksiyonuna ulvi anlamlar yüklemek, (varoluşsal köklerimizin kaynağı olarak) “doğa”nın dengesini kökünden değiştirdiğimiz için, onun tarafından cezalandırıldığımızı düşünmek, ekolojik felaketlerle yüzleşmekten kaçınmanın yollarından biri olabilir. Fakat doğanın radikal olumsallığı, düzenimizin kırılganlığını bize sık sık hatırlatır ve bizi onun üzerinde hiçbir iktidarı olmayan faillere indirger.
İnsanın “modern” sakarlıkları yüzünden, bütün “dengesi” altüst olmuş bir “doğa” fikri, onun kaotik olumsallığını ıskalar. Doğayı kökünden değiştirebileceğimiz fikrinin ne derece saçma olduğunu, topluca evlerimize hapsolduğumuz zaman fark etmeye başlarız. Yaşanan salgın, bize devamlı inkâr edip durduğumuz kaçınılmaz sonumuzu yeniden hatırlatıyor: kesinleşmiş (doğal) ölümüme direnirken, doğaya direnmenin en saf (ve doğal) biçimini sergilerim. Doğanın kendisi bu direnişle boydan boya yarılmıştır.
Freud’cu ölüm dürtüsü “kendi kendini imha etmeyi” değil, doğanın bu kesinleşmiş yazgısına beyhude bir direnişi temsil eder. Direniş beyhudedir çünkü o kadar ölümlüyümdür ki neredeyse çoktan ölmüşümdür. Yine de böyle durumları, geleceği okuma yeteneğimizin sınırlılığı biçiminde değil, doğa karşısındaki umursamazlığımızın bedeli olarak kavramayı seçeriz: Fakat en nihayetinde, bozulan “doğal denge” yerine, kendi düzenimizin kırılganlığına şahitlik ediyoruz.
Yani kolayca felç olmaya meyilli, saçma sapan bir sistemin bize devamlı bir şeyler satmak üzerine kurulu olduğunu görmezden gelip, doğayı hakkettiği değeri görmeyen bir film gibi savunuyoruz. Bize satılan “şeyler”in spektrumu kontrolsüz bir hadisedir: asıl mesele, bu spektrumun, tercihlerimiz düzeyinde kullanım değerine içkin oluşudur. Bu “maddesiz” fazlalığı, “metalar” düzeyinin dışına çıkardığımız zaman, mübadele değerinin temel ilkesi de kaybolup gider. Alışveriş sırasında üstlendiğimiz (ya da reddettiğimiz), minimal bir özgürlük alanı ortaya çıkabilir.
Yine de oldukça esrarengiz şeyleri satın alabiliyoruz (bunu genelde ikiyle çarpılmış bir yabancılaşma biçiminde pratiğe dökeriz: Evcil hayvanıma mama seçerken, dışkının kıvamına da para öderim. Bir poşetle ya da peçeteyle kolayca kavranabilecek, bulaşık olmayan bir kıvam; yani köpek mamaları köpek dışkısına dönüştüğü sırada, onun gerçek “kullanım değeri” de ortaya çıkar).
Bu tip kolektif ahmaklıklarımızın asıl kaynağı, doğaya “ya da otantik köklerimize” yabancılaşarak yarattığımız bir kurgunun (aslında var olmayan bir) doğaya geri salınmasından ileri geliyor. İşin bu kısmı son derece muğlaktır; ölüm ve dışkılamak karşısında sergilediğimiz bu tiksintinin (ve “birbiriyle sadece kullanım değeri olarak ilişki kuran” metaların, tözsel bir değişime uğrayarak yeniden dışkıya dönüşebildiği böyle bir döngünün), “kaybolan aracısı” nerededir? Anlam alanı ve bizim “doğa” olarak kavramlaştırmaya çalıştığımız, (bütün kurguyu darmadağın eden ulvi bir cezalandırıcı olarak Lacancı) gerçek arasında nasıl bir etkileşim kurulur?
Bütün gündelik kurgumuzu darmadağın eden travmatik bir çekirdek, bütün bu kurguyu destekleyebilir mi? Bunun için, anal evreden fallik evreye sert bir sıçrama yapmak gerekir. Anal evre bütün bir anlam alanını paramparça ederek, bir anlamlar çokluğuna neden olurken, Fallik dönemin bütün cazibesi, onun anlamlar çokluğu içerisinde, yüzeyi tekinsizleştiren bir “boş imleyen” işlevi görmeye başlamasından kaynaklanır.
İşte bu da bizi, aklımıza gelecek hemen her türlü şeyi -dışkılamak da dahil- cinselliğe bağlayabilen Freud’a getirir. Freud’a göre bütün bir anlam alanının cinsellikle dolayımlanmasının sebebi, yalnızca onun her yere bulaşabilmesinden ya da varsayılan tek dürtü olmasından kaynaklanmaz.
Bu, onun insanın hayatındaki dolaysızca en güçlü unsur olduğu gibi bir anlama falan da gelmez; ya da diğer tüm kısmî dürtülerin üzerinde hüküm gücü olduğu anlamına... Evet, onun kısmen böyle bir gücü vardır, fakat bunun sebebi, “cinselliğin engellenen ve saptırılan tek dürtü olmasıdır” (1), yani ortaya çıkan her öznellik bu yarılmaya tanıklık eder ve onun doğurduğu bu boşlukta meydana gelir. “Her şeyin cinsel bir yan-anlamının olması onun üstünlüğünün değil, yapısal olarak kusurlu olduğunun işaretidir (140-141). “Her edimin yan anlamı olarak iş görmeyi, sadece kendi düz anlamını “feda” ettiğinde sürdürür” (142). Yani aslında cinselliğin kendisi feda edilir.
Cinsel anlam, cinsellikten tamamen arındırıldıktan sonra, “iğdişin imleyeni” görevini üstlenmeye başlar. Bu da bizi Žižek’in Deleuze okumasının kaynağına getiriyor; “Organsız Beden”, koordinasyon fallusunu, “Bedensiz Organ” ise iğdişin fallusunu temsil etmektedir. İlkinde her şeyin anlamı cinseldir; ikincisi ise, bizim cinsellikten arınmış, “düz anlam”ın alanına geçmemizi sağlar. Fallus sayesinde “cinsellik” “boş bir imleye” indirgenir.
“Cinsellik ancak kendisini cinsellikten arındırarak, bir töz değişimine uğrayarak evrensel (yani cinsel) hale gelebilir. Böylelikle cinsellikten arınmış anlamın, bir yan anlamına dönüşür” (143) ve aşkınsal bir konum kazanır. Fakat bu başarısızlık gibi gözüken “düşüş” öznelliğin kurulması açısından başarılı olmuştur: Lacancı “Öteki” bu düşüşün yerini işgal eder, onu maddileştirir (Fatih Solmaz’ın yazıp Bahadır Baruter’in çizdiği olağanüstü karikatürlerin birinde; kör dilenci, vapurda elindeki vibratörleri satmaya çalışır; “Bana acıyıp sadaka vermenizi istemiyorum… Bunlardan birer tane alarak bana yardım etmiş olursunuz…” Bu vibratörler “bedensiz bir organ” olarak, iğdiş fallusudur ve kör birinin elinde anlamı “radikal” biçimde kaybolur. Bir kez daha, “anlam” dilencinin elindeki vibratörlerde değil, onu şaşkınlık içerisinde izleyen histerik kalabalığın bakışlarındadır).
Yani anlam daima tamamlanmamış bir anlamsızlığın (anlam-dışılığın) üzerine kurulmak zorundadır. Buradaki anlamsızlık, anlamın karşıtı değil koşuludur (Bu yüzden They Live filmindeki mesajı da tersine çevirmek gerekiyor; birileri sağa sola subliminal metinler-imgeler yerleştirmese bile, biz bunları yine de görebilirdik; gözlük ise bu metinlerin bütün nedenselliğini paramparça ederek, “mesajların” “gerçek” anlamlarının yok olup gitmesine neden olurdu).
Çünkü “anlam” anlamsızlığın başarısız karşılıklarından, “tercümelerinden” ibarettir. Böylece “Gerçeğin dönüşleri”ni, aslında hiç var olmayan, kurgusal bir doğanın öfkesi olarak deneyimleyebilirim. (SE/DB/AS)
1-Slavoj Žižek, Bedensiz Organlar, çev: Umut Yener Kara, Monokl Yayınları 2012 (yazının devamındaki tırnak içindeki kısımlar aynı kaynaktan alıntılandı).