Hayatın her alanında olduğu gibi psikoterapi alanında da liberal yaklaşımların egemenliğini bir süredir alan çalışmaları ve terapiler aracılığıyla fark ediyoruz. Gündeliğin psikolojikleştirme ile kurulduğu, sinema salonlarından ilişkilere, dizilerden yeraltı/üstü edebiyata kadar hemen herkesin dilinde tanıların olduğuna tanıklık ettiğimiz bu sürecin tamamı kafa karışıklıkları ile şekilleniyor.
Hayatlarının bir döneminde okul, psikolog, öğretmen vb. “uzman” kişilerce, (şanslı ise) terapiye değilse, psikiyatriye yönlendirilmiş kişilerle çalışma fırsatı bulanların iyi bileceği üzere bu psikolojikleşme ve tanılanma ihtiyacı pandemi süreci ile birlikte yüksek bir yoğunlukta neredeyse arzu dolaylarında seyrediyor. Bu süreci anlamaya çalışırken elbette kapitalizmin normallik utkusunu ve arzuladığı endüstriyelleşmiş “başka”lıkları konuşmak zorundayız. Bu minvalde “herkesin psikoloğa ihtiyacı olduğu” paradigmasını çözümlemenin yollarından biri; insan varoluşunun bir var olma halinden, olup kalma/donma haline geçişini anlamakla başlıyor. Bu sürece eşlik eden tanılar, vakalar, farmakolojik ilaçlar ve psikolojik testlerin rolünden bahsetmemek neredeyse kaçınılmazlaşıyor.
Normale yakınlaşamadığı, yahut normale (!) evriltemediği her süreci psikolojikleştiren kapitalizm olgusu, bilinmeyenin dünyasında yeni (uyduruk) anlamlar üretiyor fakat bu anlamlar hakikatten uzak, güce yaslanan ve yalnızca erki güçlendiren bir tasarımda vücut bulabiliyor. Nitekim gerçeklikten uzaklaştığınızda gerçeğin anlamına karşılık yeni anlamlar üretmeniz gerekir. Uydurduğunuz/ürettiğiniz anlamların sözlüklerde yer alabilmesi içinse “uzman” görüşlerini piyasaya sürmek durumundasınız. Öyle ya, sırtınızı uzmanlara dayadığınızda anlam erozyonunu sorgulamaya kudret bulabilen yalnızca sapkın bir azınlığı karşınıza alırsınız. Neyse ki o iş de kolaydır. Azınlık, azınlık olduğu sürece vadettiği potansiyel tehlike baş edilebilir bir formdadır artık.
Kapitalizmin neredeyse en sadık öğrencisi psikolojinin, başımıza açtığı işler bunlarla bitmiyor tabii. Kişilik ve öz formlarını kategorize ederek vakalaştıran, vakalaştırdığını testlere tabii tutan yetmez ise tanılayan, üstelik o da yetmez ise ilaçlara boğan kapitalosenin kurduğu bu tezgah yaklaşık yarım yüzyıldır sektirmeden çalışıyor. İşine yaramayanı dışarda bırakarak böylelikle ötekileştiren operasyon, başımıza yeni çoraplar örmeye devam ediyor. Bu çorapların desenleri ve kumaşlarından bahsetmek bu yazının kapsamı dışında kalabileceğinden, örgülerin en kallavilerinden olan psikolojik testlerden bahsetmek istiyorum. Özellikle erken çocukluk ve okul çağında başlayan bu perakende paketlemecilik sektörü hakkında neden konuşulmadığını merak edip durduğum şu günlerde…
Neden yılda binlerce çocuğun Rehberlik ve Araştırma Merkezi’ne (RAM) yönlendirilerek tanılandığını düşündünüz mü? Yoksa onun için de “uzmanlara” mı yaslanma ihtiyacı hissettiniz? Psikolojinin; psikolojiyi yalnızca “psikologlar”ın konuşabileceği safsatasıyla baş etmek için bu tezgahtan geçmiş olma şartı arandığını hatırlamakla başlamak iyidir yine de. Sosyal bilimlerin neredeyse hiçbir alanında yer almayan bu vesayetçiliğin, psikolojinin tam kalbinde atabildiğinden bahsetmeden, olgulardan konuşmak mümkün değil. Tesadüf mü? Hayatımızın her anı psikolojikken, bu tek tipleşme ve uzmanlık harekatının tesadüf olduğunu düşünmek biraz abes olmuyor mu?
Bilenler bilir, bir çocuğun/bireyin gelişim serüvenini anlamak yıllar alır. Çocuğu özgün (ev) ve özgün olmayan (okul, toplum) ekosistemlerinde gözlemleme şansı elde etmiş her kişi ise, şunu iyi bilir ki; çocuğu anlamak, onun insanlaşma sürecini takip etmek neredeyse ortalama insan hayatının dörtte birine tekabül eder. Erken çocukluk döneminde haftadan haftaya değişen çocuğun gelişim öyküsünü nefesimiz kesilerek izleriz bu yüzden. Üç aylık periyodlarda dev çağlar atlayan gelişimin bu döneminde, onu anlamak için geniş bir topluluğa ihtiyaç duyarız.
Çocuğa bakımveren, öğrenme sürecine eşlik eden ve varsa psikoterapi sürecini üstlenen her bir öznenin detaylı anekdotlarına, gözlem ve gelişim raporlarına ihtiyaç duyarız. Ne var ki, bu anekdotların yetmediği koşullarda farklı alan profesyonellerinden destek alma şansı da vardır. Nitekim bu görüşlerin tamamı dahil; mutlak, tartışmasız yahut genel geçer değildir. Ne yazık ki bir süredir ebeveynlerle karşılaşmalarımın en önemli konularından biri erken çağ ve ilkokul çocuklarının psikolojik testlere maruz kalmaları ve tanılanmaları amacıyla psikiyatriye yönlendirilmeleri üzerine. Bakımverenin/çocuğun bu iki yön arasındaki sıkışmaları, bunun toplumsal sürece etkileri saymakla bitmeyecek kadar yüklü. Bu yazıda, ilgili konuların bir kısmına değinecek olsam da bu gündemin daha sık konuşulmasına duyduğumuz ihtiyaç kaçınılmaz.
Organik/yapısal bir spektrum durumunda dahi psikolojik testlere duyumsanan ihtiyacı deşifre etmek gerektiği kanaatindeyim. Zira psikolojik testler, bireyin var olan durumsal epizodunu anlamaya değil, belli ön kabullerle -mevcut durumdaki “psikolojik hal”inden bağımsız- yetkinlik ve yeterliliklerini ölçmeye odaklanır. Peki psikolojik hal ve testin uygulandığı koşullar önemsiz midir? Sosyal bilimlerin en çekirdek kavramlarından “bağlam”ı yok saymak da neyin nesi? Bu uzmanların, bağlam olmadan beşeri canlılar hakkında paylaşımda bulunmanın mümkün olmadığını öğrenmediklerini mi varsayacağız?
Sözgelimi bir çocuğu test sürecine aldığımızda, çocuğun sınanıp sınanmadığına dair kaygısı, testör ile ilişkisi/yakınlığı/yakınsızlığı, mekanın kendisi (çocukluk döneminde öğrenme sürecinin en önemli akordotörlerinden), o günkü ruh hali, bakımverenin çocuğa süreci nasıl açıkladığı, aç olup olmadığı gibi envai çeşit değişkenden etkilenebilir. Hal böyleyken 1-2 saatlik bir test sürecinin sonucuna nihai güvenirliği tahsis ettiğimizi söyleyebilir miyiz? Bir nebze psikometri bilgisi olanların dahi inkar edemediği bu gerçeklik psikolog/danışman/psikiyatrlar tarafından neden inkar ediliyor? Üstelik bu psikolojik testler aracılığıyla çocuğu yeterince anladığımıza bırakın bakımvereni kendimizi nasıl ikna edeceğiz? Manipülasyon beceriniz biraz yüksek ise mental sürece yönelik olmayan (ki onların da bir kısmını) çoğu testin sonucuna etki edebileceğimizi biliyorken…
Tüm bunlardan hareketle envanterlere ve psikolojik/gelişimsel takibe ihtiyaç duyulmadığına dair bir önerme çıkmayacağı açıktır. Bu alanda hakkıyla çalışan herkesi elbette tenzi ettiğimi söylemek durumundayım. Ancak tanılandığı için ötekileşen, etikete maruz kalan, hekimin tanısı “öyle” olduğu için varsayımdan uzaklaşamayarak “öz”ünü bulamayan binlerce çocuk olduğu gerçeğini yok mu sayacağız? Hal böyleyken, bir çocuğun/bireyin gelişim seyri/psikolojik durumu yukarda saydığım yöntemler uyarınca pekala takip edilebilecekken; psikolojik testlerin açtığı yaralardan ve toplum sağlığı üzerindeki etkilerinden bahsetmek de boynumuzun borcu değil mi?
Çocuğun sürecini takip eden öğretmenin/psikolojik danışmanın yahut öteki öğrenme eşlikçilerinin çocuk hakkındaki kanaatleri elbette yönlendiricidir fakat hiçbiri mutlak değildir. Bu testlere bir şekilde bulaşmış, bu süreçten etkilenmiş herkesin sonuçlar hakkında itiraz hakkı vardır. İtiraz hakkının olmadığı varsayımların kanaat oluşturduklarını unutmayalım. Psikiyatrik tanılanmaya kültürel bakımlardan hazır olmayan bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde bakımveren ve çocuğun yaşadığı sıkışmalardan hem çocuğu hem bakımvereni korumakla yükümlü olduğumuzu unutmayalım. “Genel geçerlik” kültürden azade ele alındığında, “norm” üretmekten başka bir işleve yaramıyor. Alan profesyonelleri olarak sorumluluğumuz norm üretmek değil, var olan normların ötesinde çocuğa, aileye, dünyaya, ekosisteme bakabilmek & bu bakış açılarını yapıcı bir üretkenlikle buluşturabilmektir.
Normların ve uzmanların değil, sürecin ve öznelerin yoluna yakınlaşabilme dileğiyle!
(EP/HA)