Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) başlayan ve öncelikle borsa, bankalar ve diğer kredi kurumlarını etkileyen finans krizi kısa süre sonra Avrupa Birliği (AB) ülkelerine de ulaştı.
AB hükümetleri tarafından öncelikle beklenen, ABD Temsilciler Meclisi"nin Bush yönetimi tarafından uygulanmak istenen büyük kurtarma paketini onaylamasıydı. Temsilciler Meclisi'nde pakete karşı itirazların olması ve "batan batsın, kalan sağlar bizimdir" mantığının kısa bir dönem öne çıkması, AB finans piyasasında paniğe neden oldu.
Bütün bankaların, sigorta şirketlerinin ve piyasa için üretim yapan firmaların ABD'de ortaklıkları ve yatırımları vardı. ABD ekonomisi iyi bir sallanırsa, AB'nin bundan kurtuluşu yoktu. Bu nedenle ABD'de kabul edilen "kurtarma paketi" finans piyasasının inanılmaz büyüklükteki ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalsa da, AB ülkelerinde de benzeri paketlerin yolunu açtı.
AB çapında ortaklaşa bir "kurtarma paketi"nde karar kılındı, ama bu paket sembolik değer taşıyordu. Asıl "kurtarma"yı her ülkenin kendisinin yapması gerekiyordu. Bu aşamada benzemezlikler açık olarak ortaya çıktı.
Her ülkede finans piyasalarına ve bunların başlıca elemanı bankalara yönelik uygulamalar farklı olmakla birlikte, tek nokta ortaktı: Büyük ekonomik çalkantı dönemleri, aynı zamanda firmaların, bankaların ve sigorta kurumlarının birbirlerini "ucuza kapattıkları" dönemlerdir. Bazı kuruluşlar özellikle kötü duruma düşmüşlerdir ve sık sık da başka ülkelerdeki rakipleri tarafından yok pahasına satın alınırlar.
Bir Fransız yetkili genel bir özellik taşıyan kendi politikalarını şu sözlerle açıklıyordu: "Piyasaya müdahale etmemek, kendi kuruluşlarımızın başkalarının eline geçmesine göz yummak demektir." Bu gerekçe, batan batsın, bütçeden fon ayırarak -ya da halkın parasını kullanarak- bankaları kurtarmayın, anlayışına karşı savunuluyordu.
Farklı "kurtarma operasyonları"
AB ülkeleri bir yandan kendi banka ve şirketlerini korurlarken, finans piyasasındaki büyük dalgalanmayı azaltabilmek için farklı operasyonlara yöneldiler. İngiltere hükümeti kredi kurumları için yeni ve katı uygulamalar getirdi. Benzeri bir uygulama Fransa'da da hayata geçirildi. Verilen kredi miktarı, öz sermayenin büyüklüğü gibi konularda denetim artık daha sıkıydı. Almanya hükümeti ise 500 milyar avroluk bir kurtarma paketi hazırladı ve İngiltere'nin aksine, gerisini kredi kurumlarının isteğine bıraktı. İsteyen banka ve kredi kurumu hükümete başvurarak "finansman desteği" isteyebilecekti. Ek olarak, bütün banka mevduatına devlet güvencesi verildi.
Bu politika "ölen ölür kalan sağlar bizimdir" anlayışının devlet gözetiminde sürmesi anlamına gelir. Devletten "kurtarma kredisi" istemek bir çeşit prestij meselesi haline geldi. Bazı kredi kurumlan "kurtarılmaya ihtiyacımız yok" açıklaması yaparken, bazıları da mecburen başvuru sırasına girdiler.
Fransa ve Almanya'da oldukça yüksek olan yönetici maaşlarının aşağıya çekilmesi istenirken, Almanya hükümeti bu konuda bir adım daha atarak, finans piyasasını yönetmeyi beceremeyen yöneticilerden aldıkları başarı primlerini iade etmelerini istedi. Kredi kurumlarına geri verilen miktarların 400 ile 800 bin avro arasında değiştiği dikkate alınırsa, finans krizinin yöneticileri de bir oranda vurduğu söylenebilir. O kadar ki, tanınmış bir ekonomik araştırma enstitüsünün başkanı, "Almanya'da 1929 krizinin faturası Yahudilere çıkmıştı, şimdi yöneticilere çıkıyor" dedi ve gördüğü şiddetli tepki üzerine sözlerini geri aldı.
AB ekonomi yönetimi
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, "finans piyasasındaki dalgalanmanın yapısal bir krize yol açmaması" için bir AB ekonomi yönetimi oluşturulmasını istedi. Ek olarak, "Avro bölgesinde bulunmayan Çek Cumhuriyeti ve İsveç gibi ülkelerin bu yönetimin dışında tutulması gerektiği"ni ve bu ülkelere AB'de önemli sorumluluklar verilmemesini istedi. "Bu da nereden çıktı?" derseniz, durum şöyledir: AB dönem başkanlığını şu sıra Fransa yürütüyor. Onun ardından başkanlık Çek Cumhuriyeti'ne ve daha sonra da İsveç'e geçecek.
Sarkozy'nin "artistik çıkışı" yandaş bulmadı. AB ülkelerinde finans piyasalarının durumlarının farklı olması bir yana, "AB'nin ikiye ayrılması" gibi bir uygulama da, şu buhran döneminde uygulanabilir olmaktan uzaktı.
Otomobil sanayisinde kriz
Finans piyasasındaki çalkantı reel sektörün önemli bileşeni olan otomotiv sanayisine sıçradı. Otomobil firmaları talep azalmasını gerekçe göstererek üretimlerini düşürmeye, bazıları kısa mesai yapmaya ve işçi çıkarmaya başladı. Mercedes Benz, Peugeot, Opel vd. büyük firmaların üretimi azaltması, "yan sanayi" adı da verilen parça üreticilerinin de işlerinin kötüleşmesine yol açtı.
Otomobil üreticileri, bankaların aksine, hemen hükümete çağrı yaparak sektörün kredilerle desteklenmesini ve yeni otomobil alımının teşvik edilmesini istediler. Aksi durumda sadece Almanya'da yaklaşık 50 bin kişinin işsiz kalması söz konusuydu.
Otomotiv sanayisindeki kriz başlangıcı doğrudan finans piyasalarındaki dalgalanma nedeniyle ortaya çıkmadı. Otomobil firmaları arasında yıllardan beri süren sert rekabet ve aşın üretim nedeniyle böylesine bir kriz bekleniyordu. Piyasa binek vasıtası dolu ama yeterli alıcı yok... Finans piyasalarındaki durum, buradan doğan genel güvensizlik, insanların önemli harcamalar yapmadan önce daha fazla düşünmeleri, otomotiv sektöründeki krizi öne çekti. Önümüzdeki yıllarda bazı büyük otomotiv firmalarının batacakları ya da yok pahasına başka firmaların eline geçeceklerinden söz ediliyor.
İşsizliğin artması
Bankalar ve kredi kuruluşları iş hacminin daralması nedeniyle çalışanların sayısını azaltmayı planlıyorlar. Benzer bir durum otomotiv sektörü için de söz konusudur. Halkın toplam alım gücünün azalması zincirleme olarak başka sektörleri de etkileyecektir.
2009 yılında AB ekonomileri durgunluk yaşayacak. Birkaç ay öncesinin büyüme rakamlarında her düzeyde geriye doğru düzeltme yapıldı.
Ekonomik durgunluk ve işsiz sayısındaki artış, toplu sözleşme görüşmelerinde sendikaları zor durumda bırakacak gibi görünüyor. Almanya'da IG Metal gibi -yüksek üye kaybına karşın- halen dünyanın en büyük sendikası olan da dahil olmak üzere, sendikaların ücret artışı isteklerini ne oranda gerçekleştirebileceklerini önümüzdeki yıl göreceğiz.
Her durumda ekonomik durgunluğunun yükünü esas olarak çalışanlara yıkmak isteyen işverenler ve hükümet ile, sendikalar ve öteki kitle örgütleri arasındaki mücadelenin özellikle önümüzdeki yıl sertleşmesi söz konusudur.
Sol için olanak var mı?
Eğer "bu kriz kapitalizmin son krizidir, bu krizden kurtulamayacaktır" gibi söz olarak hoş ama içi boş belirlemelerle kendimizi kandırmayacak isek, mevcut durumun yarattığı kapitalizm karşıtı olanakları daha iyi gözlemleyebiliriz:
Birincisi: Bankaların ve diğer kredi kuramlarının devletleştirilmesi ya da faaliyetlerinin sıkı denetim altına alınması.
Bu adım önemli olmakla birlikte kendi başına faza anlam taşımıyor. Banka ve kredi kurumlarının yönetilmesi ve denetlenmesine orada çalışanlar ve konuyla ilgili diğer halk inisiyatifi ve örgütlenmeleri de katılmalıdır.
Aksi durumda, bugün sıkı denetimin zorunluluğunu kabul eden kapitalistler, daha sonra pekala başka türlü düşünmeye başlayabilecektir.
Burada ilerici, demokratik, sol uzmanların örgütlenmesinin taşıdığı önem kendisini gösteriyor. Örneğin Almanya'da yaklaşık 40 yıldır "demokrat bilimciler" adlı bir örgütlenme var. İçlerinde alanlarında tanınmış ekonomi bilimcilerinin de yer aldığı bu örgütlenme, finans piyasasındaki krizin gerçek boyutlarını, kapitalizmle ilişkisini ve sosyalist bir doğrultuda alınabilecek ilk önlemleri yetkin bir analiz temelinde sunabiliyor.
Aksi durumda meydan yaşanılan krizi önemsiz göstermeye çalışan kapitalistlerle, "bu onların son krizidir" diye bağırmaktan öteye işlevi bulunmayan gevezelere kalıyor.
İkincisi: Toplu sözleşme görüşmelerinde işçilerin ücret artışı talepleri geri çevrilerek krizin yükü özellikle çalışanların üzerine yüklenmeye çalışılacak. İşçilerin ve memurların ücret taleplerinin desteklenmesi gerekiyor. Kriz olmadan asıl kazanan kimlerse, krizde de öncelikle onların kaybetmesi gerekiyor.
Üçüncüsü: Özellikle gençlerde kapitalizm eleştirisini içeren kitapların okunması yönünde önemli bir ilgi var. Her zamanki kendiliğindenci anlayışımızla daha fazla Marx okunmasından büyük anlamlar çıkarabiliriz. Ne ki, sosyalizmin henüz yaşanmamış olduğu 20. yüzyıl başında değil, geçmişte yaşayıp çözüldüğü 21. yüzyıl başında yaşıyoruz.
Sosyalizm sadece kapitalizm eleştirisi değildir. En az bunun kadar önemli olan bir başka bileşen de, kapitalizme seçenek olabilecek bir toplumun kurulmasıdır. Bu nedenle Marx'a yönelik ilginin yönlendirilmesi gerekir.
Almanya'da çok sayıda ve herkese açık "Kapital'i okumak" seminerleri veriliyor. Tanınmış sol bilim insanları hem Kapital'den değişik bölümler okuyorlar hem de okuduklarını dinleyicilerle tartışıyorlar. Seminerler başlarken önemle belirtildi: "Sadece Kapital okumakla fazla bir şey olmaz. Üstelik Kapital'in farklı okuma biçimleri ve yorumlan vardır."
Bu zenginlik içinde bir okuma, dinleyen ve tartışanlara yeni ufuklar açmanın ötesinde, onları başka okumalara da yönlendirir.
Eski metinleri ezberleyerek, üzerlerinde düşünmeden ve tartışmadan okumak, yaşanılan onca deneyimden sonra biraz boşuna okumak olur.
Kapitalizm eleştirisinin yaygınlaşması başlangıç olarak iyi bir gelişmedir. Sosyalist toplumun yaşanmış büyük sorunlarını incelemeyi de unutmamak koşuluyla.(EE/EÜ)
* Engin Erkiner'in yazısı Sosyalist Emek'in ekim-kasım sayısında yayınlandı.