Bir haftadır, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yetkililerinin demeçlerini topluyorum. Amacım AKP iktidarında kurumsal (örneğin Radyo ve Televizyon Üst Kurulu-RTÜK) ve kültürel olarak bu demeçlerle Türkiye'nin nasıl muhafazakar bir zemine oturtulmaya çalışıldığını yazmak.
Bu muhafazakarlığın ekonomik altyapısının en önemli göstergelerinden biri de Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasa tasarısı.
AKP'nin ana misyonlarından biri olan Türkiye'nin küresel ekonomiyle entegrasyonunu sağlamanın, bu muhafazakar üstyapıyı kaçınılmaz kıldığını öne sürmek. Ama gelin görün ki tam bu aşamada kendimi Radikal Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'ın köşesinde yazdığı haleti ruhiye içinde buldum.
Bürokratik muhafazakarlıkla, muhafazakar demokratlık arasında
Berkan yazısının sonlarına doğru "Kendi kendime soruyorum: AKP'ye yönelteceğim her eleştirinin bu siyah-beyaz dünyada Yargıtay Başsavcısı'nın davasına destek olarak algılanmasının önüne nasıl geçebilirim? Bu imkansız bir şeyse, AKP'yi eleştirmekten hiç değilse bir süre için geri mi durmalıyım?" diye soruyor.
Aslında tam da içinde bulunduğumuz açmaz bu. Bürokratik muhafazakarlık ile "muhafazakar demokratlık" arasında tıkanıp, bunalmak.
Etatist muhafazakarlığın, AKP'yi kapatma girişimi karşısında demokrasi adına aynı saflara itildiğimiz AKP'nin yine bu hafta içinde SSGSS protestoları karşısında demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan tutumunu hatırlayalım.
Çok uzun zamandır olmadığı kadar etkili, çoşkulu bir emekçi kitlesi sokaklara inip, protesto gösterileri yaptığında Başbakan onları önce "yalancı", sonra da "illegal eylem" yapıyor olmakla suçladı. Halbuki yapılan demokratik katılım ve direnişten başka bir şey değildi.
"Muhafazakarlık"la "demokratlığı" yan yana koyunca Başbakan'ın vardığı sonuç kaçınılmaz. Çünkü böylesi bir demokratlık yok!
Paranın izini süren demokratlık
Siyasi Partiler yasası ortada dururken ve ancak kendileri hakkında yasal takibat başladığında gündeme geleirken; Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) kapatılması konusunda bu güne kadar aldıkları tavır ortadayken "muhafazakar demokrat"lığın aslında paranın izini sürerek tanımlanabileceğini anlamak lazım.
Gecikmeli de olsa tüm siyasi partilerin (tabii Cumhuriyet Halk Partisi - CHP hariç) parti kapatma girişimi konusunda tepki göstermiş olmalarını, kapatılan parti hangisi olursa olsun bundan sonra Türkiye'de demokrasi hanesine yazılacak bir gelişme olarak kabul etme iyimserliğini de gösterelim.
Ancak "Parti kapatmayı doğru bulmayan" CHP, açıklamasında (Mustafa Özyürek) "hırsızın hiç mi suçu yok" demekten kendini alamıyor. (Ayrıca bu yaklaşım için, bakınız Türker Alkan).
Bu kısa vadeli çıkarcı tutum CHP'yi her türlü özgürlük ve ilkeden uzak, muhafazakar ve statükocu bir parti yapan yaklaşımın bir uzantısı.
Kuşatılmışlık buradan da.
SSGSS ve kadın
Bu kuşatılmışlık duygusu içindeyken imdada Gülnur Acar Savran'ın Radikal 2'de yayımlanan "Kadın düşmanlığının yeni yüzü" makalesi yetişti.
Savran, SSGSS ve istihdam paketinin nasıl kadın düşmanı bir perspektife sahip olduğunu irdelediği makalesinde şunları söylüyor:
"Kadınlar için aile ve evliliğin tek yaşam biçimi haline gelmesi, bunun dışında hiç bir seçeneğin kalmaması. Ne var ki özellikle SSGSS ve istihdam paketi bağlamında, kadınlara sunulan bu seçeneksizliğin arkasında yatan tek neden dini muhafazakarlığın kadınları yerleştirdiği yer değil. Bu seçeneksizlik aynı zamanda IMF'nin Dünya Bankası'nın sermayenin kendi tercihleri ve ihtiyaçları doğrultusunda patriyarkayla el ele vermesinin sonucunda ortya çıkan bir durum. Bunu, Anayasa taslağında ve Başbakan'ın, kimi hükümet sözcülerinin ve devlet bürokratlarının demeçlerinde ortaya çıkan dini muhafazakar retorik tamamlıyor."
AKP'nin kapatılma davası, tabii ki önemli! Ancak bu, SSGSS yasa tasarısına karşı gelişen eylemlilik, yükselen talepler, hükümet programının niteliği konusunda odak kaybetmeye yol açmamalı! Muhafazakarlıklarla mücadele esas alınmalı.
Hani neredeyse, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın AKP'nin imdadına koştuğunu söyleyesim geliyor. (MÇ/GG)