İlk gidişim değil Ermenistan’a, ama her gidişimde aynı sorularla karşılaşıyorum:
“Kendini güvende hissedecek misin?”
“Sakın başına bir şey gelmesin?”
“Oralar bizler için pek uygun değil diyorlar doğru mu?”
Tüm benzer tepkilere rağmen, hiç endişeli hissetmedim. Çok cesur biri de değilimdir, yanından bir örümcek geçse havalara zıplarım. Gel gör ki, ya merakımdan ya da heyecanımdan Ermenistan’a gidişlerimde hep rahat ve mutlu hissettim.
“Bizler” için tehlikeli denilmesine de hep bozuldum üstelik.
“Biz” mi? Neden Biz ki? Yani “Onlar ’da” bir sorun mu var, onlar tehdit de sen değil misin? Ne gerek var böyle sormaya diye içimden yorumlasam da kimseyi kırmamak adına, bir bakıma beni düşündüklerini varsaydığımdan gülümseyerek susarım. Ama bilen bilir, sıdkım sıyrıldı “biz ve onlar” ayrımında “biz” dediklerinin daha onurlu, saygılı, haklı ve iyi görülüp karşıdakinin canavarlaştırılmasından.
Bu sefer bir konuşma yapmak için davet edildim, çok sevdiğim ve saydığım Stepan Grigoryan, yine heyecanlı ve verimli organizasyonu için çağırmıştı. Benim için özel biri kendisi, “Ailemizden” diye tanıtır beni hep. Kızı Hasmik, oğlu Armen ve eşi Maria ile 2010 yılından beri ailece de görüşürüz. Hiç vazgeçmediği bir sunuşu vardır benimle ilgili: “Tuğçe buradaki herkesten daha özel (o sırada herkes benimle ilgili meraklanır tabii), çünkü kızım Hasmik’in arkadaşı” der. “
Toplantılarla başladık programa, Türkiye-Ermenistan sınırı, Dağlık-Karabağ, küresel aktörler, Türkiyeli Ermeniler konuşuldu. Hepsi de çok yararlı sunumlardı, ben ise anket araştırmamı sundum. Sorular, deneyimler, anılar, zorluklar, tartışmalar iki gün sürdü. Stepan Grigoryan davet ettiklerini müthiş bir şekilde ağırlamakla uğraşır hep, yine her yemekte masa lezzetli yemekler ve meşhur votka ve şaraplarla doldu tabii.
Resmi toplantılarda önerilen fikirler ve tartışılan araştırmalar ne kadar önemli olsa da, resmiyetin arkasından gelen samimi ve dostane sohbetler hep daha çok yakınlaştırır. Çünkü o anlarda kendimizi paylaşırız, hikâyemiz neyse o anlarda ortaya çıkar. Tanışırız, kaynaşırız ve bir bakmışız bizden iyisi yok. Gelsin devletler, gelsin sınırlar, gelsin yasaklar… Umurumuzda olmaz. Orada, aynı masadayız, birlikte kadeh kaldırıyoruz.
Yine güzel bir ziyafet… Her kadeh kaldırıldığında hikâyelerin anlatılması ve ardından votka. Laf lafı açar böyle durumlarda. Katılımcılardan biri 90’lı yıllardan beri Hrant Dink’in arkadaşıydı. Dink öldürüldüğünde ilk haberi alanlardan. Ermenistan’da yemekler hep hüzünlü oluyor benim için. Mutsuz olduğumuzdan değil; birlikte olmamamızdan ve birbirimize hatırlattıklarımızdan dolayı.
Alexander (Dink’in arkadaşı) şöyle dedi: “Kars, Erzurum, Ağrı... Benim de topraklarım. Oralardan geçtiğimde hep hüzünlenirim”.
Anlatırken de gözleri doluydu zaten, söylemesine bile gerek yoktu. Bir gün bir taksiye binmiş Türkiye’de, Ermenistan’dan geldiğini söylediğinde taksici başlamış ağlamaya. Şaşırmış tabii, ne olduğunu sorunca taksici kendisinin de Ermeni olduğunu ama Ermenice konuşamadığını belirtmiş.
Bu anlatılan hikâye 20 yıl önce yaşanmış. İnsanın hatıralarındaki yaşananlar ve yaşatılanlar dile dökülünce garip bir hüzün sarıyor. Biz konuştukça farklı olmadığımız ortaya daha da çok çıkıyor. Hayatında önemli yeri olan insanlarla vakit geçirdiğini fark ediyorsun.
Tarihteki travmanın karşındaki ile konuştuğunda nasıl yenilebileceğine şahit oluyorsun. “Biz ve onlar” ayrımı zihninden, ağzından, kalbinden bir anda siliniyor. “Öteki” olmuyor artık senin için, sen neysen aynısı haline geliyor; insan işte.
Bunlar konuşulurken, ortaya şu sözler çıkıyor: “kapalı sınır yoktur, az votka vardır”. Vallahi öyle. Devletlerin araçsallaştırdığı sınırlar bizim için geçerli değil. Stepan Grigoryan her zaman dostum, öyle “benim de Ermeni arkadaşlarım var” demek için değil, iyi ve kötü günlerimde hep yanımda oldu, kapalı sınırlara rağmen benimle dertleşti ve paylaştı. Tüm ailesi ile beraber. Hangi sınırdan bahsediliyor!
Ayrılırken hep derim Stepan’a, “Yine çağır beni olur mu? Sen de gel, hep yerin var”. Yine gitmek istiyorum, en yoğun zamana bile denk gelse daveti, geri çevirmeyi hiç düşünmedim. Farklı tecrübelerim de oldu tabii. Küçük çocukların gözlerinde korku (veya öfke) gördüm bir zamanlar, kim olduğumu ve nereden geldiğimi öğrendiklerinde. Çünkü Türkiyeli biri, onun okul kitaplarında “düşman, barbar”, ailesinin yaşadığı gerçekler var, travmayla şekillenen öfke var. Benim de okul kitaplarımda “Türkiye’ye zarar vermek isteyen düşmanlar, iç düşmanlar, bölücüler, hainler” diye tanıtıldılar hep, medyada ise “Ermeni dölü, Ermeni yalanı” diye başlıklar atıldı.
Böyle büyümedik mi hepimiz? Bu geçmişten ve bu bilgilerden geçtik hepimiz. Ermeni ve Türk olmak karşılıklı kötü görüldü. Milliyetçilik ile daha da çok düşmanlaştırdı politikacılar. Buna uymak zorunda değiliz, böyle görmek ve algılamak zorunda değiliz, farklılaştırıp kötülemek zorunda değiliz. Bizden öncekiler veya hala bunu yapanlar, bu şekilde inananlar var olabilir. Ben böyle değilim ve böyle olmayacağım. Sonra Stepan’a ne derim ben? Hasmik’in arkadaşı olabilir miyim? Olamam.
İşin özü şu, romantik romantik yazıyorum ama ne değişiyor diye sorulabilir. Tarih değişiyor, tarihin bir süreci var. Tarihin şekillenmesinde etkili olan aktörler var. Senden veya benden hiç de farklı değiller. “Ne olacak bu memleketin hali” diye bir kenarda düşünmenin bu zamana kadar bir faydası hiç olmadı, Türkiye ve Ermenistan ilişkileri için de olmayacak. Bize dokunmayan yılan bin yaşasın diye bir düşünceye ne kadar sadık kalınırsa o kadar bela çıkacak ve o bela o kadar yakınlaşacak. Hepimize yer var ve hepimizin rolü var. Rolü üstlenip üstlenmemek tercihlerimize kalmış. Büyük hareketler de değil illa gereken, sadece votka da değil çözüm. Kısacası, önce birbirimizi hikâyelerimizle kabul edelim, bu hikâyelerden kaçmayalım. Birbirimizden kaçmaya gerek yok. O hikâyelerde bizler varız, sahiplenelim. Zihinde açılan sınırları inanıyorum ki hiçbir politikacı kapayamaz, kapattırmayalım o halde.