Perikles, Atina'ya neden demokrasi dendiğini açıklarken şunları söylüyordu: "... Ve biz Atinalılar kamusal sorunlar hakkında kendimiz karar veririz ya da en azından onları doğru kavramaya çalışırız; çünkü tartışmanın iş yapmaya engel olduğunu değil, aksine bir iş yapmadan önce tartışmanın olmamasını bir engel olarak görürüz." [1]
Demokrasi fikri ile yasa yapımı arasındaki ilişkiye saldırı sadece bugün değil o zamanda da vardı. Bir farkla: Müzakereye sunulmadan yasaların yapılmasını isteyenler o dönemlerde kendilerini demokrat olarak sunma gereği hissetmiyorlardı. Platon, sıradan insanların siyasal bilgiye sahip olamayacağını öne sürerken beri yandan, nasıl ki sanatını icra eden sanatçıya karışılmaması gerekiyorsa siyaset sanatını icra eden devlet adamına da hukukun engel olmamasını salık veriyordu. Nazi dönemine hukuksal meşruiyet kazandırmayı amaçlayan Carl Schmitt ile Platon'un devleti yönetenleri aynı yakıştırmayla anabileceklerini söylemek yanlış olmayacak: Canlı Kanun.
Hükümdarın fermanlarının yerine, toplumsal sözleşme fikrinden üretilen genel iradenin anlatımı olan "yasa"nın konması, Fransız Devrimince kurumsallaştırılan politik eşitliği simgeliyordu. Sıradan insanın politik kurtuluşu da bu zemin üzerinden kavranabilirdi. [2] Ancak kapitalist toplum ile demokratik değerler arasındaki ilişki liberal dogmalarla anlaşılamaz. Marx, 1848 Haziran Fransa'sına ilişkin değerlendirmelerinde şunları belirtir: "burjuva egemenliği, bütün engellerden kurtulur kurtulmaz, hemen burjuva terörizmine dönüşmek zorundaydı." [3]
Marx, yine aynı dönemin politik çekişmelerini göz önünde tutarak Fransız burjuvazisinin iki büyük kesiminin, arazi sahipleriyle sanayicilerin oluşturduğu düzen partisinin amacını şöyle açıklar: "Cumhuriyetin çehresini değiştirmek üzere 'Özgürlük, eşitlik, kardeşlik' dövizi yerine... 'Piyade, süvari, topçu' sözünü getirmek." [4]
Bir kriz yönetim biçimi olan bonapartizm bu zemin üzerinden yükselir. Kapitalizm, ekonomik sömürüye zarar gelmeden insan hak ve özgürlüklerini genişletmenin olanaklarına her zaman sahip değildir: Özellikle kriz dönemlerinde "Özgürlük, eşitlik, kardeşlik" hemen "Piyade, süvari, topçu"ya yerini bırakır.
Marx, "Yasalar, siyasal olsun, medeni olsun, ekonomik ilişkilerin iradelerini açığa vurmaktan, sözcüklerle ifade etmekten öteye" başka bir şey yapmazlar derken yasaların içeriğinden bahsediyordu kuşkusuz. [5] Oysa yasa yapma teknikleri de bundan bağımsız değildir.
Sermayenin kendisini zaman ve mekan sınırlarından kurtarması ile uluslararası ilişkilerin yoğunlaşması yasama, yürütme, yargı içerisinde yürütmeyi ön plana çıkardı. Uluslararası kapitalist ilişkilerin etkili ve güvenli biçimde devamı, hızla karar alabilen, hızla uyum sağlayabilen yürütmenin yasama ve yargı engellerinden kurtulmasıyla mümkün olabilirdi. Cox, küreselleşmeyle birlikte devlet içi iktidarın, küresel ekonomik ilişkilere en yakın kurumlarda yoğunlaştığını tespit eder. Buna göre, devlet başkanları, başbakanlık, dış ticaret ile ilgili kurumlar, hazine ve merkez bankaları diğer kurumların arasından öne çıkar. [6] Bu süreçte ulusal bürokrasiler de uluslararası politikaları biçimlendiren kurumların bir nevi acentesi durumuna gelir.
Marx, "Modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir" diyordu. Şimdi bu yönetim uluslararası sermayenin ortak işlerini yönettiğinden, önündeki engellerin de kalkması gerekiyor ve bu süreç sadece Türkiye'ye özgü değil. Hukuk devleti ilkesinden, yürütme ve idarenin siyasal ve yargısal denetiminden geri çekilme bu sürecin önemli bileşenleri. Hitler döneminde liberal devlete saldırının en önemli ideologu Carl Schmitt, 20'li ve 30'lu yıllarda parlamenter demokrasi ve liberalizmin ölümünü ilan ederken aceleci davranmamıştı. [7]
Belki kriz teorisini oluştururken bizim özellikle son yirmi yıldır tartıştığımız temaların birçoğu gündemde değildi ama özellikle kriz varken müzakerenin değil "siyasal karar"ın belirleyiciliği üzerine vurgusu anlaşılan o ki siyasal dünyamıza hala ışık tutuyor. Siyasi kararı kimin tesis edeceği ise tartışmasızdır. Giorgio Agamben, krizlerle yönetimin I. Dünya Savaşından bu yana doğallaştığını ve bu süreçte artık liberal yasa ile parlamentoya dayalı yönetim anlayışının terk edildiğini ileri sürer. Dolayısıyla süreç içerisinde yürütmeye dayalı bir devlet aygıtı ön plana çıkar. [8] Nicos Poulantzas da özellikle 1970 yıllarla birlikte parlamentoların bir çok işlevini yürütme aygıtının ele geçirdiğini belirtir. [9] Poulantzas'ın yasama ve yürütme üzerine çözümlemesi kapitalizmin hem ekonomik hem de yönetim sistemi olduğu gerçeğine dayalıdır.
Mali sermaye ve mali piyasalar üzerinden örgütlenen ve gecede trilyon dolarların yer değiştirdiği küreselleşme ve onun pratikleri devletlerin müzakereci değil kararcı yöntemleri benimsemesini koşulluyor. Mali piyasaların krize yatkınlığı, muhatabı olan devletler için parlamentonun işlevsizleşmesi ve yürütmeye dayalı bir modeli benimsemek anlamını taşıyor. Kararnameleri yani otoriter rejimlerin, kriz dönemlerinin rutin pratiğini şimdi de küresel ekonomik ilişkiler dayatıyor. Kapitalizm ile demokrasi arasındaki mesafe daha da açılıyor.
12 Mart Muhtırası sonrası düzenlemelerle ile anayasal dayanağa kavuşturulan kanun hükmünde kararnameler yürütmenin güçlendirilmesinin önemli bir adımı idi. Ama şunu da akılda tutmak gerekir ki yasaları kamusal müzakereye ve parlamento tartışmalarına olanak vermeden yürürlüğe koymanın çeşitli yolları var. Örneğin Meclis İçtüzüğü'nde yapılan değişikliklerin bir çoğu muhalefetin müdahalesini asgariye indirmeye yönelik.
Parlamentolar çeşitli açılardan sınıflandırılabilir. Bu sınıflandırmalardan biri de M.G. Weinbaum'a ait. Ahmet N. Yücekök, 1983 basımı Türkiye'de Parlamentonun Evrimi adlı kitabında bu sınıflandırmayı Türkiye'deki parlamentolara uyguluyor. Weinbaum'un "teslimiyetçi parlamento" olarak adlandırdığı tipi Yücekök, 1983 yılında bakın nasıl açıklıyor:
"Teslimiyetçi parlamentolarda ... çoğunluğu tatmin edememe korkusu bile yoktur. Bu tür parlamentolar yönetime tamamen teslim olmuşlardır ve ne programları ne de varlık nedenleri, gayeleri vardır. Yönetim yalnızca görünüşte bu tip parlamentolardaki çoğunluğa dayanır. Fakat parlamento hiçbir zaman o yönetimin kaynağı değildir. Tersine o yönetimin sonucu olarak var olur. Çünkü parlamentoya kimlerin gireceğine yönetim karar verir, seçimleri maniple eden yönetimdir. Mükâfatlar ve her türlü baskı yönetimin tekelindedir. Yönetim muhalefeti belki topyekûn ortadan kaldırmaz ama parlamentodan, kendi dayanır göründüğü çoğunluk tabanından, çatlak bir ses çıkmasına da izin vermez. Bu tip parlamentolar seremonyal işlevler görerek rejimin meşruiyetine katkıda bulunurlar. Özellikle etnik azınlıkların temsilinde başarılı bir görüntü, ama yalnızca bir görüntü verebilirler." [10]
Türkiye'de parlamentonun yapısını anlamak bakımından bu sözlerin bir takım ipuçları verdiğini düşünüyorum. Ayrıca muhalefet milletvekillerinin verdikleri yasa tekliflerinin, görüşülen yasalar için getirdikleri değişiklik önerilerinin kabul oranları da işlevsel bir parlamentoya sahip olduğumuz konusunda şüpheleri artırıyor. Dolayısıyla aslına bakılırsa yasalar da maddi özü bakımından kanun hükmünde kararnamelere oldukça benziyor.
Geçtiğimiz yıl yaklaşık beş ay içerisinde, 6223 sayılı Yetki Kanunu'na dayanılarak, genel seçimden önce 12, sonrasında ise 23 olmak üzere 35 kanun hükmünde kararname kabul edildi. Üstelik bunların bir kısmı meclis açıkken yürürlüğe kondu ve üstelik hemen hiçbiri kanun hükmünde kararnamelerin gerekliliğine ilişkin genel kabul gören ivedi bir gereksinimden kaynaklanmıyordu. Bu uygulamanın rutinleşeceğini söylemek hiç de abartılı bir yorum olmaz. Kararnamelere bakıldığında büyük çoğunluğunun özü itibariyle ekonomik konulara, teşkilata ve idarenin yetkilerinin artırılmasına yönelik olduğu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu tip konulara ilişkin ivediliğe yönelik genel anlayışın artık terk edilmekte olduğunu gözlemliyoruz. Postmodern yazında "zaman"a ilişkin vurguyu hatırda tutarak şunu söylemek mümkün: Kapitalizmin bugünkü aşaması hukuk ve politika alanındaki "zaman" ve "hız" algılarını tümden yerinden ediyor. Sürekli bir kriz halindeymişiz gibi siyasetin ve hukukun konuları magazin hızında değişiyor.
Genel bir değerlendirme yapılacak olursa yürürlüğe giren kanun hükmünde kararnameler ile devletin piyasa yapısı içinde yeniden tanımlanması ve küresel kapitalizm ile ülke pazarının bütünleşmesinin önündeki engellerin kaldırılmasının hedeflendiğini söyleyebiliriz. "Kamu hizmeti" olarak görülen alanlarda devletin daha bir işletmeci yapıya kavuşturulması kimi hizmetlerin ise özelleştirilmesi ya da metalaştırılması söz konusu. Bağımsız idari otoritelerin denetim altına alınması, diğer yandan kimi meslek örgütleri üzerinde kontrol mekanizmalarının geliştirilmesi de bu kararnamelerin getirdiği düzenlemelerden. TÜBA ve TÜBİTAK gibi kurumların kararnameler ile hükümetin kontrolüne sokulması da bu beş aylık yasa yapım sürecinin sadece biçiminin değil içeriğinin de otoriter eğilimler taşıdığını gösteriyor. [11]
Kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişki yine en önemli tartışma konularından biri haline geliyor ve küresel kapitalizmin demokratik olanakları yok ettiğine ilişkin görüş ağırlık kazanıyor. Yeni bir kavramı son günlerde sık sık duyuyoruz: Küresel faşizm. (İK/EKN)
* Bu makale İktisat Dergisi'nin 520. sayısından alınmıştır.
[1] Thucydides, The Peloponnesian War, II.XXXVII.I ve XL. 2-3'den aktaran Ellen Meiksins Wood, Yurttaşlardan Lordlara, Eskiçağlardan Ortaçağlara Batı Siyasi Düşüncesinin Toplumsal Tarihi, çev. Oya Köymen, Ankara, Yordam Kitap, 2008, s. 50.
[2] Bkz. G. D. Volpe, Sosyalizm ve Özgürlük, çev. H. Ataol, İstanbul 1991, s. 22-23.
[3] K. Marx, (Çev.: S. Belli) : Fransa'da Sınıf Savaşımları, çev. Sevim Belli, 4. baskı, Ankara, Sol Yayınları, 1996, s. 59
[4] K. Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, çev. A. Acar, 2. baskı, İstanbul, Yorum Yayınları, s. 66.
[5] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, 4. baskı, İstanbul, Sol Yayınları, 1992 s. 81.
[6] Cox, R., "Global Restructuring', der. R. Stubbs ve G. Underhill, Political Ekonomy and the Changing Global Order, Londra, Macmillan, 1994, s. 49.
[7] Carl Schmitt, Parlamenter Demokrasinin Krizi, çev.: A. Emre Zeybekoğlu, Ankara, Dost Kitabevi, 2000; Siyasi İlahiyat, Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, çev.: A. Emre Zeybekoğlu, Ankara, Dost Kitabevi, 2000.
[8] Giorgio Agamben, İstisna Hali, çev. Kemal Atakay, İstanbul, 2003.
[9] Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar ve Sosyalizm, çev. Turhan Ilgaz, İstanbul, Epos, 2006, s. 243-251.
[10] Ahmet N. Yücekök, Siyaset Sosyolojisi Açısından Türkiye'de Parlamentonun Evrimi, Ankara, A.Ü. SBF Yayınları, 1983, s.53.
[11] Kadir Sev, "Türk Baharı", http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kadir-sev/turk-bahari-51339, Erişim: 11.03.2012.