Çocukken kanla ilk irtibatım burnumun kanamasıyla mı olmuştu?
Büyüklerin panik halinde burun deliğine pamuğu tıkayıp kafamı arkaya doğru tutmam gerektiğini söylemesiyle boğazımdan bir süreliğine genzime akan kanın metalik tadını ilk o vesileyle mi almıştım?
Yoksa midye toplarken kazara elimi kesip bir kedi misali yarayı yalamamla mı?
Abimin o zamanlar hâlâ denize girilen Maltepe kumsalında kırık bir şişeye basmasıyla ortalığın kan gölüne dönüşmesini ve motoru zayıf teknemizle alelacele adaya dönerken gecikmemizin yol açabileceği felaket hissini nasıl unutabilirim?
Annemin âdet gördüğüne dair en ufak bir işareti ömrüm boyunca almamış olmam için büyük çaba sarfetmiş olması gerekmiyor mu?
Kanatma pahasına da olsa, erken yaşlarımdan itibaren tırnaklarımın çevresindeki derileri dişlerimle koparmaya başlayıp bunu günümüze kadar sürdürmem mazoşist bir dürtü müdür?
Çocuklukta annemi üzmemek, büyüdüğümde bu ayıbımı elalemden gizlemek üzere kan akışını durdurmak amacıyla parmağımın ucundaki o noktayı sıkıştırmam veya mümkünse elimi havaya kaldırıp tahammül edebildiğim kadarıyla havada tutmam neyin telafisi?
Küçük de olsa yaranın enfeksiyon kapması veya sarılık olduktan sonra kan bağışı yapamıyor oluşum insanların gözünde beni kirli, değersiz, hatta tehlikeli mi kılar?
Nereli olduğumu sorup ısrar ettiklerinde kanımdaki binbir türlü ırkı saydığım zaman arilik peşindeki hayalperestleri sukutuhayale uğratmak bir yana, rencide mi ediyorum acaba?
Dedemin gayrimeşru münasebetinden doğan amcamın “asil kanlarına halel gelmiş” gibi davranan ailemiz tarafından yok sayılmasına, hatta aşağılanmasına rağmen benim onu tanımak istemem, varsa çocukları ile yakınlaşmayı arzulamam çok mu garip?
Melezlik suç mu?
Annesi İtalyalı, babası Cezayirli, kendisi İsviçre doğumlu yönetmen Yamina Zoutat’nın Kan tazısı (Chienne de rouge/Bloodhound) filmini çekmesinin nedenleri melez olması, Batı dünyasında nispeten esmer bir görüntü arz edişi, hastalıktan dolayı kanı tamamıyla değiştirilmiş olma durumunu yakından bilmesi midir? Hepsi mümkün, fakat kesin olan bir şey varsa o da filmiyle seyirciye kan hakkında beyin jimnastiği yaptırmayı başarması.
Cinéma du Réel’de dünya prömiyerini Nisan ayında gerçekleştirdikten sonra Visions du Réel’de yer alan ve Madrid Uluslararası Belgesel Festivalinde Seyirci Ödülüne layık görülen 96 dakikalık film bilhassa 2015 Paris saldırıları hakkındaki kanlı sekanslarla seyirciyi zorlayabiliyor.
Fragmanda da görüldüğü üzere, adeta “kana susamış” bir kadının kan görüntüleri çekme dürtüsüyle uyanışına hepimiz eşlik ederken, günümüzde medya kuruluşları ve ticari sinema kan gösterme hususunda fazlasıyla hoyrat davranmasına rağmen, yönetmenin belgesel estetiğini gözeterek kan olgusunu muhtelif açılardan ele alışına, aynı zamanda vampirliğin pornografisine asla yüz vermemesine de şahit oluyoruz.
Sağlık Bakanlığının büyük zaafı
Filmin özünde, Zoutat’nın bir zamanlar adliye muhabiriyken takip etmek üzere yollanmış olduğu bir “kan davası” var. Bu coğrafyada bilinen manasıyla değil, HIV virüsü taşıyan kanın 80’lerde kontrolsüzce hastalara enjekte edilmesiyle birçok insanın ölümüne yol açılmış olması sözkonusu.
Zoutat’nın çalıştığı erkek egemen müessesede haberi oluştururken “fazla kan görünmesin” telkinine karşı bir rövanş misyonu da yükleniyor, o zamanlar örselenmiş Zoutat’nın Kan tazısı filmi.
Sağlık Bakanlığının foyasının meydana çıkmasıyla patlayan skandal ülkenin gündemindeki yerini yıllar boyunca korumuş, devletin kendini koruma refleksinden yola çıkarak beklenen kararları vermekten âciz hâkimler için “Hâkim rolüne bürünmüş siyasetçiler” yorumunu filmdeki üst sesin bizimle paylaşmasına da sebep olmuş.
Filmde tanıdığımız insanlar arasında hayatı kan transfüzyonu sayesinde kurtulmuş olanlar da var, Paris’te bilhassa geceleri portatif buzdolabıyla ihtiyaç duyanlara enjekte edilmek üzere kan taşıyan Muhammed’in maceraları da.
Mikroskopik haliyle damarlarımızda akan kan, gayet cesur ve inatçı bir sekansta âdet görmekte olan bir kadının kanı, kanayan bir burun, balina avcılığı sırasında denizin kırmızıya dönüşmesi, kan kokusunu takip etme özelliği sayesinde yakalanmış geyiğin kanını avcı sahibinden dayak yeme pahasına yalayan köpeğin korku dolu gözleri…
Kan hayat kurtarır…
Kanın tamamıyla değiştirilmesi durumunda hastanın DNA’sının nasıl etkilendiğine, mesela kadın kanı verilmiş bir erkeğin kromozom farklılıkları yüzünden değişim geçirip geçirmediğine dair tartışmalar da var filmde (yoksa tam tersi miydi?). Aile kavramının günümüzde epeyce değişip edinilmiş dostlukların ve arkadaş gruplarının ailenin çok ötesine geçtiği düşünülürse sadece aynı kanı taşıyoruz diye geleneksel manadaki ailemize derin hislerle bağlılık mecburiyetimizi de bir kez daha sorguluyoruz.
Buna mukabil, kanı tamamıyla değiştirilmiş filmin esas kahramanlarından biri, Frida Kahlo’nun İki Frida adlı eserine yönelik duygularını bizimle paylaşırken yıllar önce ona kanını vermiş kadınla mektuplaşmaya başladıktan sonra aralarında oluşmuş kardeşlik, hatta ikizlik hissiyatından yola çıkarak tabloyu çok daha iyi anladığını belirtiyor.
Sinemanın ilk yıllarından sessiz bir filmde Kuzey Amerika yerlilerinin beyaz bir damat adayını kan kardeşliği kurarak aralarına kabul ettiğini de görüyoruz gülümseten bir sekansta.
Sonuçta film, engin bir mevzuyu mümkün olduğunca kişisel bir bakış açısıyla irdeleyen, bilimsel olanla felsefi olanı yoğuran, duyguları şiisel bir jargon benimsenerek işleyen, muhtelif tarzdaki arşiv görüntülerini aksak bir montajla aktaran bir kolaj sanki. Bazı detaylar akış sırasında bir kez karşımıza çıkıyor, bazıları belirli bir düzenlilik halinde; başımızı döndüren öforik bir ritm veyahut akademik bir ciddiyet asla yok!
Tabu muamelesi yapıp kaçındığımız kan hakkında obsesif bir denemeyle karşı karşıyayız aslında. Mesele nesilden nesle aktarılan miras, kanımıza bulaşıp onu “bulandıran” hastalıklar, kana yönelik olarak hayvanlarla insanlar arasındaki yaklaşım farklılıkları ve daha birçok kavram…
Yönetmen Yamina Zoutat sonuçta filminin bir telafi filmi olmasını diliyor; belgeselinde kan hem tekrar doğuşla eş anlamlı hem de birlikle, ama aynı zamanda farklılıklarla da! (MT/AS)