Knut Hamsun'un "Açlık"ı "Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gidemediği o garip şehir..." diye başlar.
Bir kentte yaşamak, yaşayabilmek acı ve mutluluk arasında gidip gelen tutkulu aşklar gibidir. Ne terk edebilirsiniz ne de onunla yekten mutlu olmayı başarabilirsiniz. Kentle kurulan ilişkinin niteliğini belirleyen ise sınıfsal farklılıklardır. Orta sınıf kentle "düzeyli" bir ilişki kurar. Rutin olan üzerinde kurulan hâkimiyet hiçbir sürprize açık değildir. Tekdüzeliğe olan alışkanlık adını zamanla huzur olarak değiştirir. Yoksulun ilişkisi ise bitti bitecek heyecanının doruğunda yaşandığı aşklar gibidir. Daha maceracı, sürükleyici, tutkulu, yıpratıcı.
Orta sınıf kent olanaklarıyla yan yana olmayı sever. Kentli imajın ona herkesten çok yakıştığını düşünür. Hiç sinemaya gitmese de yakınlarda bir yerlerde sinema olduğunu, sinemaya gidebilme olanağının olduğunu bilmesi yeterlidir. Bilmem kaç m²'lik evinin dışında onu bekleyen "şeylerin" olduğunu bilmesi ruhunu tok tutar. O ruh tokluluğunun aç gözlülüğe dönüşmesinin hikâyesi monotonluğun zihnini küçük küçük lokmalarla yemesinden, biteviye dejavu hissinden, bitmek bilmeyen rekabet ilişkilerinden, neyin savaşında olduğunu bilmediği ama adına hep yenilgi dediği kent hastalıklarının semptomlarından ileri gelmiştir. Tüm bunları söyledikten sonra bırakıp gitmek mi! Yaşanılacak boşluğu tahmin bile edemezsiniz.
Kentlerin bir diğer çekiciliği de istenilen an kalabalığa dâhil olunabilmesindendir. Yani bilirsiniz ki dışarıya adımınızı attığınız an birçok hayat göreceksiniz. Kimi şükrettirecektir halinize, kimi bozguna uğratacaktır varlığınızı.
Kastım sadece sınıfsal farklılık değil. Olmadık zamanda duyduğunuz kahkaha, sırnaşıklığı gözünüze batan bir çift, salına salına kaldırımda yürürken sizi çabuk yürümeye davet eden bir ses...
Kentli olmanın ilk beş kuralından biridir, çabuk olmak. Trafik, banka kuyruğu, bekleme odaları, randevu saatleri, nezaket kurallarıydı derken bir bakmışsınız ki "kentli" olmanın gün içerisindeki etaplarını hayatın "ta kendisi" olarak görmeye başlamışsınız. O "hayatın ta kendisi" yoksuluna, zenginine bakmaz. Herkesi yeterli olabildiği ölçüde kurallarına davet eder. Denetleyen ve denetlenen arasındaki silik çizginin sebebi budur. Her an herkes polisiniz olabilir, her an herkesin polisi olabilirsiniz. İşte bu her an "otorite" olabilme ihtimaliniz bile kent sevdanızın sürmesine yeter.
"Lütfen sıraya girer misiniz!, Cep telefonunuzu kapatır mısınız!, Söylediklerinize dikkat eder misiniz!, Danışma, ücretlidir efendim!" gibi duyduğunuz her had bildirme, görgü kurallarına buyur etme cümleleri bunun kanıtıdır. Pozisyonunuzu alırsınız ve bir kentliye yakışanı yaparsınız. Yapamıyorsanız, beceremiyorsanız mühim değil. Kent sevdanızı sürdürecek kadar cebiniz dolu değilse, ezelden şehirli olma alamet-i farikalarını öğrenememişseniz veyahut öğrendiğiniz halde üzerinize yakıştıramamışsanız kentin varsılları, vandalları izaha sokar hayatlarınızı.
Kolayca izaha sokulan hayatları izah etmek zor. Örneğin kentteki suç oranı "kent ve kentlilik" üzerine yapılan tumturaklı konuşmaların tıkandığı yerlerden biridir. Ucunun varsıllara, efendilere dokunacağı her açıklama "gönüllü" vazgeçer imâsından, aklın yolu bir tavrından.
"Olmasa" adlı belgeselimde Eren Keskin akademik konuşmaların hedef şaşırtan analizlerine karşılık basitçe şunları söylemişti: "Tabii mesela kapkaç deyip hemen içinden çıkabilirsiniz. Kapkaç çok yoğun İstanbul'da ama neden yoğun? Aç kalan insan suça itiliyor. Yani aslında İstanbul bence Türkiye'de yaşanan sorunların bileşkesini de gösteren bir şehir. Bu Kürt sorununu da, zorunlu göçü de, kadına yönelik şiddeti de, çocukların zorla çalıştırılmasını da içinde barındırıyor."
İstanbul Güzeltepe'de yüksek gerilim hatları altında yaşıyorsunuzdur örneğin. Çevrenizde onlarca insan kansere yakalanmıştır. Bazılarını da sokakta yürürken düşen kıvılcımlar yakmıştır. Yetkililere gidip demişsinizdir, "yer altından gitmez mi bu meret" diye. TEİAŞ'den (Türkiye Elektrik İletim A.Ş.) yetkili İbrahim Karakaş çıkmıştır karşınıza, demiştir ki: "Bütçemiz yetmez, hem siz merak etmeyin yüksek gerilim sağlığa o kadar da zararlı değil." Gel zaman git zaman mahallenize yakın bir yere KİPTAŞ'ın yaptığı Finanskent Sitesi kurulur. Sitenin üstünden geçen yüksek gerilim hatları yer altına alınır. Bütçenin oraya yeteceği tutar, yüksek gerilim hattı oraya zarar verecek olur. Şimdi gel de Finanskent komşularını düşman belleme.
Psikolojide buna "karşı tepki geliştirme" diyorlar sanırım. Devlet'e kızamıyorsan, "kıyak çekilmiş" komşuna öfkelen psikolojisi. Evet, "İstanbul Türkiye'de yaşanan sorunların bileşkesini de gösteren bir şehir." Bu örnek "sosyal devletin", sadece bir kesimle "sosyalleştiğinin" kanıtı.
Arus Yumul İstanbul'daki mekânsal ayrışmayı, "kentin bölünmesi ve herkesin içine kapanıp, kendi yaşam tarzına, sınıfına ya da kimliğine uygun bir mahallenin içine hapsolması" diyerek anlatmıştı. Çağlar Keyder ise bu mekânsal ayrışmaya şöyle bir dip not eklemişti: "Diyelim ki belli bir gelir seviyesinde olan, belli bir eğitim görmüş, kendilerini belli toplumsal skalada belli bir yere yerleştiren insanların gidip kendilerini farklı bir yerde izole etme" kararlarının sadece kendilerini ilgilendirmediğini söylemişti. "Aynı zamanda çocuklarını da o kulelere hapsetmiş oluyorlar, belli okullara hapsetmiş oluyorlar. Sadece kendileri gibi düşünen, sadece kendileri gibi yaşayan insanların içine sokmuş oluyorlar."
Gaziosmanpaşa'da Avrupa Konutları geldi gözümün önüne. Mahalleli ile konutluları ayıran tek bir yol. Refüje çıkıp bir sağa bir sola baksanız;
Nişantaşın'da Keriman Hanım'ı,
Bağcılar'da Keriman teyze'yi,
Etiler'de Sturbucks Cafe'yi,
Nurtepe'de Munzur Cafe'yi,
Ataköy'de orta sınıf grafitiyi
Gazi'de duvarları süsleyen isyan sloganlarını göreceksiniz.
Arka mahallenin haylazlarının girebildikleri her delikte,
Rezidans'ın ufaklıklarının alışveriş merkezlerinin oyun kodeslerinde olduğunu göreceksiniz.
Rivayete göre tüm bu farklılıklar kamusal alanda kesişecekler. Yani sadece o refüjde. (FG/HK)