1 Aralık'ta sağcısı, solcusu, İslamcısı, işçi sendikaları, meslek odaları ve çeşitli dernekler "Irak'ta savaşa hayır" demek üzere bir arada olağanüstü bir işbirliği için çaba gösterirlerken, hâlâ bir takım muhafazakar devletlû solcuların "bu tür saflıkları İran'da da görmüştük, sonra mollalar bütün muhaliflerini vinçlerle astılar" diye inanılmaz paranoyalar yaşamaları...
Çeşitli gazetelerin köşelerinden "işte şeriatın ipuçları!" haykırışlarının fışkırması... Hatta "gazetem.net"in anketinde, şimdiye kadar bütün anketlere yansıyan eğilimlerin tersine, "AKP laik cumhuriyetin temeline dinamit koyuyor" şıkkını yüzde 61'lere vurduracak şekilde toplu histeri organizasyonları...
Ve bütün bunlar karşısında, Avrupa'yı karış karış dolaşan, nihayet Kıbrıs meselesini çözmeye niyetlenen, işkenceyi önlemeye, insan haklarını geliştirmeye çalışan yeni bir zihniyet... Ve gene şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde, yapacaklarını alabildiğine sakin ve diyalog içinde anlatmaya çalışan, statükoya karşı değişimi temsil eden bir hükümet...
Yani konu, spekülasyon ve polemik malzemesi oldukça bol... Ama kusura bakmazsanız, Bülent Arınç'ın eşinin başörtüsü meselesi bağlamından çıkarak (ama başörtü meselesine girmeden), ben de şu "kamusal alan" tartışmalarına -gene- girmek istiyorum.
"'Kamusal' olan, 'uyum', 'düzenleme', 'düzen' demek"
Her şeyden önce, "kamusal alan" kavramı tarihsel süreç içinde "modernite" ile paralel giden bir kavram. Modernitenin ilerleme fikrine uygun olarak, "kamusal alan" bir ayırımın; "kamusal alan" ve "özel alan" olarak, hayatın ikiye ayrılmasının sonucu.
Yani ilerlemenin önündeki her türlü engelin ortadan kaldırılarak, ruhundan, duygularından arındırılmış insanın sadece doğayı fethetmek üzere, "aklını" kullanmasını sağlayacak yeni bir meşruiyet alanı.
Kamusal alanın güçlenmesi, "akıl" dışında kalan her türlü insanî özelliğin özel alana "kapatılması", "müstehcen" ilan edilmesi... Yani dinin, aile ilişkilerinin, doğumun, ölümün, hastalığın... "Kamusal" olan uyum, düzenleme, "düzen" demek...
"Doğal halk üzerinde kurulan bir iktidar alanı"
Kamusal alan, buna bağlı olarak, moderniteyle birlikte kentlere üşüşen "tehlikeli sınıfların" kontrol edilmesini amaçlayan bir alan...
Amaç, zevkleri ve kültürleri "incelmemiş", "kaba saba", "cahil" halk güruhunun (Voltaire'in tabiriyle, "vahşi", "geri zekalı", "kör hayvanlar") "uygar" bir düzende, eğitilerek -doğruyu yanlışı öğreterek- kontrol edilmeleriydi. Bu faslı uzatmaya gerek yok; meraklısı Norbert Elias (Civilising Process), Zygmunt Bauman (Yasa Koyucular ile Yorumcular, Metis, 1995) gibi düşünürlerin eserlerine başvurabilir.
Ama en azından şunu söyleyelim; kamusal alan "gelişmemiş" insan yığınlarının modernitenin nesneleri haline dönüştürülmelerinin bir aracı olarak ortaya çıktı. Ve bu nedenle "doğal" ortamda yaşayan ve "doğal" olan halk üzerinde kurulan bir "iktidar" alanıydı.
Tartışma ve katılım
Öte yandan, kamusal alan, zaman içinde, modern bir sınıf olarak burjuvazinin kendi iktidarına yönelik olarak ideolojisini "tartıştığı" bir alan olarak belirginleşti.
"İktidar" alanı olmasının yanısıra, bir "eleştiri-tartışma" alanı ve "katılım aranan" bir alan özelliği kazandı (Bkz. Habermas). Burjuvazinin sınıfsal çıkarları, üstün ikna "teknolojileriyle" (Bkz. Foucault) tüm sınıfların çıkarları olarak benimsendi. İnsanlar "tartıştılar" ve "katıldılar"... modern kapitalist düzenin işleyişine...
Değişmeyen özellik: Eşitsizlik
İnsanlar -ya da eskiden "vahşi" vs. olarak adlandırılan halk- "tartıştılar", ama bu hiçbir zaman eşitler arası bir tartışma olmadı... Bu tartışma, varolan egemen bir ideoloji, bir düzen altında, güçlülerin denetlediği, gerektiğinde yasakladığı veya -düzen için çok tehlikeli boyutlar aldığında- yokettiği bir tartışma olarak gerçekleşti. Yani "eşitsizlik" kamusal alanın değişmeyen bir özelliği oldu.
Kapitalist düşünce de, sosyalist düşünce de, demokrasi düşüncesi de ya da "görgü kuralları" kamusal alanda vücut buldu. Ama bu düşünceler veya ideolojiler hiçbir zaman bir takım izinlerle, veya gökten inerek piyasaya çıkmadılar. Kamusal alan hep bir "mücadele" alanı oldu. Bu mücadele, şiddet içermeyen, "uygar" bir mücadele olarak "öğrenildi".
Bir sınıfın, ideolojinin, düzenin, iktidarın kendini gerçekleştirdiği, kabul ettirdiği bir alan olarak kamusal alan, yönetime katılmak için özel yaşam karşısında özerkleşmiş bireylere ihtiyaç duyuyordu. Yani özel yaşamda varolan her şeye, cemaate, dinsel veya etnik aidiyetlere karşı özerkleşmiş bireylere...
"Halk 'özel'liklerini kamuya taşıyor"
Doğal (yani "vahşi"), irrasyonel özel yaşam modern bir iktidar alanı olarak kamusal alan karşısında marjinalleşmeliydi. Bu iktidarın total olabilmesi için özel yaşamın hapsedilmesi ve sesinin çıkmaması gerekiyordu....
Ama olmadı... Özel yaşam, aynı doğa gibi, toptan yok edilmek bir yana, hapsedilemedi.... Modernist projenin kendini bugün artık evrensellikle özdeşleştirmesi imkansız. Bu evrensel doğruluk iddiası hem düşünce düzeyinde, hem de bizzat yaşananlar düzeyinde parça parça dökülüyor...
Cahillik, vahşilik kategorilerine indirilmiş "halk güruhu" düne kadar hapsedilmiş bütün "özel"liklerini bugün kamuya taşıyor. Doğayı mahveden sanayiye karşı ekolojik çevresini; egemen erkeklerin düzenlediği soğuk dünyaya karşı kadın olarak farklılığını; makinalaşan "rasyonel" hayata karşı ruhunu, kalbini, duygusunu, dinini, dilini kamusal alana taşıyor.
Bir iktidar alanı olarak kamusal alan, "beklenmeyen sonuçlar" üretti... İnsanlar özel yaşamları (örneğin cemaatleri) karşısında mesafe alıp, özerkleşirken, iktidar karşısında da özerkleşiyorlar. Bugün kamusal alanı, artık sadece aristokratların, burjuvaların verdiği biçimle anlamak ve hele kabul etmek imkansız... Yani artık kamusal alan, hem bir iktidar alanı, hem bir tartışma ve katılma alanı, hem eşitsiz bir mücadele alanı, hem de bir yandan özel alan ve diğer yandan iktidar karşısında özerkleşme alanı...
Yani iktidar sahibi "soylular" bu mücadelede ciddi mevzi kaybettiler; "tek doğruya sahip olma" imtiyazlarını kaybettiler... Ve soyluların dizgine vuramadığı, kapatamadığı sürekli aşağıladığı "vahşi" halk, hem kendi "doğal" ve özel hayatıyla, farklılıklarıyla ve hem de ironik bir şekilde modernliğin silahlarıyla -bilim, görgü, uygarlık vs.- "kamusal alanın" ortasına oturdu...
Bir ilişki biçimi, kamusal alan
Son olarak, kamusal "alan" diye bahsedilen şey, bir "mekan" değil; mekanı de içeriyor ama esas olarak bir soyut düzey... Bir ilişki düzeyi, ilişki biçimi...
Örneğin cami; sadece kubbesi, minaresi ile mimari bir mekan değil; aynı zamanda sözün söylenme yeri, varolma yeri, bir şeylerin "konuşulduğu" yer... Okul; sadece masalar, sandalyeler, duvarlar değil; ders, eğitim, bilim, insanlararası ilişki yeri... Devlet, parlamento, otobüs, dolmuş, televizyon, sokak... hepsi bir mücadele alanı...
Tek bir doğrunun olmadığı, çoğul bir alan... Çoğulluğun, eşitsiz ve farklı güçlerin ilişkilerinin bir denge içinde bir arada bulunduğu soyut bir düzey...
Kamusal alan artık çıplak
Bu durumda Ahmet Necdet Sezer'i de anlamak mümkün... Devletin tepesinde dururken, yani düzeni, dengeyi ve uyumu temsil ederken, aşağıdan gelen bir aktör gibi kamusal alanı bir "mücadele alanı" olarak görmesini beklemenin âlemi yok...
Ama kamusal alan artık çıplak... Ve onu mutlak bir tekele almak, birilerini aşağılayarak, gayri meşru ilan ederek, iktidarı gerçekleştirmek artık kolay kolay mümkün değil... Çünkü modernliği artık soylular taşımıyor... "Modern olmak" artık soyluların, egemenlerin tanımladığı, denetlediği bir kamusal alanda değil; yeniden tanımlanmakta olan bir kamusal alanda, farklı bir şekilde gerçekleşiyor... (BB/NK)
* Vurgular Bianet'e aittir.