Kısaca "TESEV" olarak bilinen vakfın (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) değerlendirmesi ile, AKP tarafından Meclis'e getirilip 6 Ocak'ta girdiği Plan ve Bütçe Komisyonu'ndan 15 Ocak'ta çıkan ve Meclis aritmetiği düşünülürse yakında kanunlaşacak kanun tasarısı böyle bir tasarı.
Meclis tarafından onaylandığında geleneksel devlet yapısının çözülmesi ve yeni bir yapının oluşması sürecini başlatmaya aday kanunun adı, "Kamu Yönetimi Temel Kanunu"; medyada "kamu reformu" olarak da geçiyor. Tasarının TBMM Web sitesinde resmi takdimi şöyle:
"Kamuda ilk kez tüm kamu kurumlarının uyması gereken temel ilkeler bir bütün olarak ortaya konulmakta, kamuda katılımcılık, şeffaflık, hesap verebilirlik, etkinlik, hizmetlerin sonucuna odaklılık, insan haklarına saygı, bürokratik işlemlerde ve mevzuatta sadelik, bilgi teknolojilerinden yararlanma gibi ilkeler uygulanabilir hale getirilmekte, teşkilat yapıları yatay organizasyon ve yetki devri esası uyarınca yeni ve etkin bir çerçeveye kavuşturulmakta, bakanlıklar ve kuruluşlar arasındaki görev dağılımı netleştirilerek mükerrerliklerin önlenmesi öngörülmektedir."
Tasarının 11. maddesinde ise şöyle deniyor:
"Yeni kamu yönetimi anlayışı doğrultusunda, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına da uygun olarak, kamu hizmetlerinin en yakın yerde, en uygun yöntemle ve yönetim birimi tarafından yürütülmesi öngörülmektedir. Kamu hizmetlerinin daha etkili, verimli ve süratli şekilde görülmesi için, merkezi idare veya mahalli idarelere ait hizmetlerden kanunlarda öngörülenlerin gerektiğinde üniversitelere, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, hizmet birliklerine, özel sektöre ve alanında uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerine gördürülebilmesine imkân tanınmaktadır."
TESEV değerlendirmesine dönüyoruz:
"Bu konuda reformları daha ileri aşamaya götüren ülkelerde bazı kamu hizmetlerinin özel sektör veya kâr amacı gütmeyen hükümet dışı kuruluşlara (NGOs) gördürme eğilimi de gözlemlenmektedir.
KYTK tasarısını bu açıdan değerlendirdiğimizde kanunda ve tanıtım kitapçığında en büyük vurgunun bu ilkeye yapıldığı ve hizmet sunumunda kalite meselesinin ve performans değerlendirmesinin ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Bu ilkelerin hayata geçirilmesinde ise yerel yönetimlere yetki ve hizmet devri ile bazı kamu hizmetlerinin özel sektör veya sivil toplum kuruluşları eli ile yaptırılması yaklaşımının rol oynadığı anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım yalnız ekonomik nedenler açısından değil aynı zamanda demokratiklik açısından da önemli bir değişikliği sisteme eklemlemektedir.."
Sağlık ve tarım kuruluşlarının devri
Tasarıda "Geçici Madde 1" ile, sağlık kuruluşları ile çeşitli tarım işletmeleri için bir "devir" çerçevesi de çiziliyor:
"Sağlık Bakanlığı'nın eğitim hastaneleri dışındaki hastaneleri ile sağlık evi, sağlık ocağı, sağlık merkezi ve dispanser gibi koruyucu sağlık hizmeti veren tesislerinin önce il özel idarelerine devredilmesi ve daha sonra il özel idarelerince, Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen esas ve usullere göre hastaneler dışında kalanların belediyelere devredilmesine imkân sağlanmaktadır.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın ulusal ve bölgesel düzeyde faaliyet gösteren araştırma enstitüleri ile laboratuvarlarının, bakanlığın ulusal ölçekte yerine getireceği hizmetler dikkate alınarak, merkez teşkilatında kalmasında zorunluluk görülmektedir. Bunlar dışındaki enstitü ve laboratuvarlar ile üretme istasyonlarının il özel idarelerine devredilmesine imkân sağlanmaktadır. Ancak bunlardan enstitü ve laboratuvarlar il özel idarelerince Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından belirlenen esas ve usullere göre üniversitelere, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına veya belediyelere de devredilebilecektir."
Şimdi, 20 yıldır, Özal döneminde bile yapılamayan bir "reform"un, hatta düpedüz bir "devrim"in, AKP hükümetine nasip olacağı giderek daha iyi anlaşılıyor. Bu "yerelleşme - özelleşme devrimi"nde, vergi gelirlerinden aldıkları pay büyüyen belediyeler ve il özel idarelerine, bütçelerini kullanarak kamu hizmetlerini üçüncü şahıslara ihale etmek düşecek. Yani kanun, sadece politik değil, ekonomik açıdan da bir dönüşüm, yeni fırsatların ve dinamiklerin yaratılması anlamına gelecek. Bir yandan "şeffaflık", diğer yandan "toplam kalite"nin teminatı olma görevi, öte yandan da piyasa koşullarını en iyi biçimde değerlendirerek "fizibilite, sinerji ve performans" sihirbazlığı, yerel yönetim birimlerinin asli sorumlulukları arasına girecek.
Bütün bunlar ne anlama geliyor olabilir? Yaratılacak yeni politik ve ekonomik dinamikler gerçekten kamu hizmetlerinin güçlendirilmesini mi sağlayacak? Yoksa ağırlıklı olarak, "kamu hizmetlerinin yerel yönetimler aracılığıyla özel sektöre açılması" operasyonuna ve taraflarca bundan karşılıklı politik - ekonomik rant elde edilmesine mi tanık olacağız?
"Serbest piyasa profesörü" Unakıtan
AKP hükümetinin bundan önceki uygulamaları, pratikte sahip çktığı ya da çıkmadığı prensipler, bundan sonraki uygulamaları için elbette ipuçları veriyor.
2003 yılında AKP'nin "şeffaflık" ve "hesap verebilirlik" sınavında çaktığı olaylar yaşandı. Bunlardan biri, Özelleştirme İdaresi'nin Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener'den alınıp Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'a bağlanması olayıydı. Serpil Yılmaz'ın 22 Nisan 2003 tarihli Milliyet'teki yazısından hatırlıyoruz:
"Geçen cumartesi günü Başbakan Tayyip Erdoğan, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile birlikte Tuzla Tersanesi'nde, Deniz Nakliyat'a ait Türkiye'nin en büyük dökme yük gemisi Taşkent'i denize indirme törenine katıldı.
Herkes bar bar bağırıyor; 'Özelleştirme İdaresi'ne, 35 milyon dolarlık ödemeyi yapmayan Deniz Nakliyat'ın teminat mektubunu nakde çevirme talimatı verdiği için, Öİ, Devlet Bakanı Abdüllatif Şener'den alınıp, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'a bağlandı' diye...
Şener ÖYK'dan da alınıyor ve yerine denizcilik sektörünün sorunlarıyla yakından ilgilenen Binali Yıldırım atanıyor.
Yazılanlara, teftiş kökenli Şener itiraz mı ediyor; hayır!
Armatör Cengiz Kaptanoğlu'nun AKP milletvekili olmasını hatırlayalım. Şadan Kalkavan, Eşref Cerrahoğlu, Gündüz Kaptanoğlu gibi armatörler Büyük Kulüp'te Tayyip Erdoğan ile yemek yiyip, 'Bizim adayımız budur' dediler, kabul ettirdiler.
Deniz Nakliyat şirketini alan armatör grubun içindekiler, aynı zamanda Alman bankalarından aldıkları kredileri ödemeyip, 200 milyon doların yükünü Emlakbank'a bindiren adamlar. Şimdi çıkmışlar 'Bize kimse destek olmadı' diyorlar..."
Geçen sene yaşanan ve AKP'nin "prensipleri" açısından gösterge niteliğindeki bir başka önemli olayı ise Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın'ın ağzından aktarıyorum:
"Bu sene Çukurova'da ve Amik Ovası'nda mısır üreticinin elinde kaldı. Üretici, 'Biz dışa bağımlı bir ülkeyken, yerli ürün nasıl elimizde kalır?' diye isyan etmeye başladı. Türkiye yüzde 25 gümrük vergisiyle alım dönemine girdi. Hızlı bir ithalat başladı. Yüzde 45'e çıkarttılar. Büyük baskılardan sonra, kararname 32 gün Bakanlar Kurulu'nda ve bir tek bakanın sumeninde bekledikten sonra. 25 Eylül'de, yani her şey bittikten sonra da yüzde 70'e çıktı. Bu arada Türkiye'ye 1.2 milyon ton mısır girdi ve bu mısırın yarısını Kemal Unakıtan'ın oğlu AB Dış Ticaret firması yoluyla Türkiye'ye soktu. Yüzde 180 gümrük vergisi uygulayabilecekken, yüzde 25'le, 45'le 70'le ülkeye mısır sokturuyorsunuz. Bir, ülkenin alabileceği gümrük vergisini almamasına yol açıyorsunuz. İki, bu düşük fiyatla aldığınız mısırı, sanayiciye rant elde ederek satıyorsunuz. Üçüncüsü, Toprak Mahsulleri Ofisi'ne de bu malı satıyorsunuz. Ödeyen hep kamu kaynağı.."
Unakıtan geçen eylülde bu konuda şöyle diyordu (http://www.radikal.com.tr/veriler/2003/09/17/haber_89015.php): "Şahsıma ait şirket yok. Oğlumun yumurta ve tavuk işi yapan şirketi var. Tavuklar mısır yiyor. Her sene 1 milyon ton mısır ithal edilir. Çünkü üretilen yetmiyor. Mısır ticareti yapmış adamım. Türkiye'de üretim fazlası yok. Yem hammaddesi olarak mısır alınır. Türkiye'de tarım ürünleri çok yüksek fiyata sahip."
Maliye bakanı, Amerikan üreticisinin dış satım sübvansiyonuyla mısırı ucuza ihraç edebildiğini biliyordur. Uygulanabilecek yüzde 180 gümrük vergisinin yüzde 25 - 45 düzeylerinde uygulanmasıyla yerli üreticinin nasıl ezildiğini de.. Eski SEKA genel müdürü buna rağmen, "serbest piyasa profesörü" edasıyla "Türkiye'de fiyatlar yüksek" diyor.
TESEV: "Rekabet ihmal edilmesin"
TÜSİAD'ın da sessiz kaldığı bir ortamda değerlendirmeleri "özel sektörün görüşü" olarak alınabilecek TESEV, "dinsel odaklı ve tarikat bağlantılı sivil toplum örgütleri"nin oynayabileceği rol ve kapabileceği payla ilgili uyarıda bulunmakla birlikte, tasarıyı alkışlıyor. "Görüş ve Öneriler" de, "direnen, sorumluluklarını yerine getirmeyen" bürokratların "by-pass edilmesini, kızağa çekilmesini" de öneriyor. Özel sektör perspektifinin en belirgin olduğu paragraflardan biri ise şu: "Bazı kamu hizmetlerinin özel sektör, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler vs. tarafından sunulmasının sosyal devlet kavramı ile çeliştiğini söyleyen eleştirileri paylaşmıyoruz. Sosyal devlet kavramı bu hizmetlerin kimin tarafından sunulduğu ile değil nasıl finanse edildiği ile ilgilidir. Bu hizmetlerin nasıl ve kimin tarafından sunulduğu, hizmetin verimliliği için önemlidir, bu da hizmet sunumunda rekabet ile sağlanır. Tasarı ilgili maddede rekabetden bahsetmemektedir."
Her durumda sadece ve sadece kâra odaklı çalışacak özel sektörün kamu hizmetleri alanına girmesinin, devlet karşısında "sivil toplum"un ağırlığının artması gibi gösterilmeye çalışılması mantık dışı. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve insan haklarına saygı konusunda AKP'nin referans gösterebileceği bir geçmişinin olmadığı da ortada. Ama AKP sıradan vatandaştaki "devletten tırsmışlık" psikolojisini doğrusu iyi kullanıyor. Bir yandan da, belirli bir politik modelden, Amerikan modelinden yola çıktığı söylenebilir; ufak uyarlamalarla o modeli Türkiye'ye oturtmaya çalıştığı..
"Merkezi yönetimin taşradan uzak durması" ile demokratikleşme arasında zorunlu bir bağ olmadığını, hatta böyle bir modelde militarizmin hüküm sürebildiğini ise gene aynı model, "merkezi yönetimin güvenlik ve savunma dışında icracı olmadığı" ABD modeli gösteriyor. (ŞA/EK)