Kamu Emekçileri Konfederasyonu’nun (KESK) resmi kuruluş tarihi 8 Aralık 1995 olarak gösterilse de, Kamu çalışanlarının mücadelesi ve onların örgütlenmeye başlaması Türkiye işçi sınıfı tarihinde işçilerin bahar eylemliliklerinin yaşandığı 1989 yılına tekabül eder.
12 Eylül sonrası dönemde işçiler seslerini ilk kez 24 0cak kararlarının sonuçlarına yaptıkları itirazla yükseltmişlerdi. Zonguldak maden işçileriyle devam eden eylemler, susturulmuş kitlelerin bir anda umudu oldu. 16 Şubat 1988’de kurulan Eğitimciler Derneği (Eğit-Der) eğitim emekçilerinin bir araya geldiği ilk örgütlerinden biriydi.
Böylece kamuda uzun zamandandır örgütlenme çabası içinde olan kamu emekçileri hızlı bir sendikalaşma sürecine girdiler. 18 Şubat 1990’da sendikal haklar komisyonlarının kuruluşuyla başlayan süreçte önce Eğitim-İş, 13 Kasım 1990’da Eğit-Sen kuruldu. Bu sendikaları farklı iş kollarında diğer sendikaların kurulması izledi.
Kısa sürede kamu alanında 23 sendika kuruldu. Bu sendikalar mücadeleyi KESK kuruluncaya kadar Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) bünyesinde sürdürdü.
Birinci Ankara yürüyüşü
Sendikalar hükümet beklenen adımları atmayınca ve getirdikleri “zirve” önerisine de yanıt alamayınca üye formları ve dilekçeleriyle Çalışma Bakanlığı önünde “yetki” talebinde bulunmaya karar verdiler.
Kamu çalışanları 15 Haziran’da çeşitli illerden Ankara'ya doğru yürüyüşe geçtiler. 1 hafta süren yürüyüşün sonunda 20 bin kamu çalışanı 22 Haziran 1991'de Bakanlık önündeydi. Sendikalar taraf kabul edilerek yasal düzenleme yapılmasını, hükümetin toplu sözleşme masasına oturmasını talep ediyordu. Hükümet gereken düzenlemeleri yapacağını vaad edince eylem sona erdi.
Kamu çalışanları yine beklenen adımları atmayınca 15 Temmuz 1992'de ''Hak Direnişi” adıyla ilk iş bırakma eylemini yaptı, kamuoyu, medya ve siyasi partilerden büyük destek buldu.
1992'nin son aylarında sendikalar mahkeme kararlarıyla genel kurullarını gerçekleştirdiler. 2911 ve 657 sayılı yasaları ihlal etme gerekçesiyle açılmış davalar beraat kararlarıyla sonuçlandı. 30 yıldan beri askıda tutulan 87 ve 151 sayılı Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri TBMM’de onaylandı.
21 Aralık 1992'de kamu çalışanları yine sokaklardaydı; sendikal kadrolara yönelik baskıların durdurulması, sendikaların taraf kabul edilerek toplu sözleşme ve grev hakkını içeren yasal düzenlemelerin yapılması isteniyordu. Çeşitli illerde kitlesel basın açıklamaları yapılırken Ankara’da 20 bin kamu çalışanı Zafer Meydanı’nda toplanarak taleplerini içeren sloganlarla Başbakanlığa yürüdü. Sendika yöneticilerinden oluşan İnönü konuyla ilgilenecekti. Heyet'le görüşen Çalışma Bakanı Mehmet Moğoltay da bir komisyonun sendikalarla ilgili yasa üzerinde çalıştığını, sendikalardan komisyona katılmak üzere resmen temsilci isteyeceklerini açıkladı. Kamu çalışanları kamuoyu ve medyadan yine olumlu tepkiler aldı.
İkinci Ankara yürüyüşü
Başbakan Vekili Erdal İnönü bir genelgeyle 15 Haziran 1993'te yetkililerden “Kamu Görevlilerinin sendika kurma, sendikalara üye olma ve sendikal etkinliklerde bulunmalarının engellenmemesi” istedi. Kamu çalışanları hükümeti toplu sözleşme masasına davet, ortak çalışanlar yasasının çıkartılması talebiyle 3 Temmuz 1993'te Ankara'da olmak üzere ülkenin dört bir tarafından yollara düştü. Talepler hükümet adına Devlet Bakanları Bekir Sami Daçe ve Yıldırım Aktuna’ya ilettiler. Hükümetten taleplerle ilgilenme sözü alan kamu çalışanları, isteklerinin gerçekleşmemesi durumunda “üretimden gelen güçlerini” kullanacaklarını deklare ederek dağıldılar.
2 Temmuz 1993'te “Sivas Katliamı” olarak anılan olaylarda ölen aydın, yazar ve sanatçıların cenaze törenlerinde kamu çalışanları sendikaları örgütlü güçleriyle katliamı protesto ettiler.
Hükümet sözlerini tutmadı, Temmuz ayı maaş zam oranlarını tek taraflı olarak düşük düzeyde belirlendi. Kamu çalışanları 15 Temmuz’da Türkiye genelinde telgraf çekerek, iş bırakarak, yemek boykotu yaparak hükümeti protesto etti, taleplerini tekrarladı. 29-30 Temmuz 1993 günlerindeki iş bırakma eyleminde sağlanan kitlesel katılımla kamu çalışanları sendikaları yeniden gündemdeydi.
15 Eylül 1993'te bazı illerde “sivil itaatsizlik” olarak anılan sakal bırakma ve kılık kıyafet kurallarına uymama gibi eylemlilikler yapıldı. 15 Ekim 1993'te, kamu çalışanları Türkiye genelinde, yüzde 12’lik maaş zammını protesto etmek için “psikolojik rahatsızlık” gerekçesiyle toplu vizite için hastanelerde kuyruklar oluşturdu. Bu eylemlerde gündemdeki grev ve toplu sözleşme hakkı içermeyen yasa tasarısı da protesto etti. Eylem sonrasında kimi sendikacılar hakkında 2911 sayılı yasaya muhalefet etmekten dolayı dava açıldı.
1993 Aralık ayında, çeşitli illerde yapılan “Demokrasi ve Sendikal Haklar” mitinglerinde grev ve toplu sözleşme hakkı başta olmak üzere sendikal talepler bir kez daha dile getirildi.
Ocak-Şubat eylemleri ve ''Cop zammı''
Çalışanlar 13 Ocak 1994'te karşılık bulamayan talepler için her sendika özgün durumuna göre iş bırakma veya yavaşlatna, toplu viziteye çıkma, kitlesel basın açıklamalarıyla yeniden eylemdeydi. Ankara ve Malatya’da polis saldırdı. Ankara’da Emniyet Müdürü’nün aleni emirleriyle kamu emekçileri coplandı.
Hükümet, kamuoyunun ve medyanın tepkileri ğzerine maaşlara yüzde 5 ek zam vereceğini açıkladı. Kamu çalışanları arasında “cop zammı” olarak anılan bu gelişmeyle somut bir kazanım elde etmiş oldu. Hükümet de sendika yasa tasarısını çalışmalarını hızlandırdı.
Açlık grevi ve yeniden Ankara
22 Sendika başkanı 25 Mayıs 1994'te sözlerin tutulmaması ve yeni hak gaspları içeren 5 Nisan kararlarını protesto etmek ve grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı için Ankara Güven Park’ta üç günlük açlık grevine başladı.
Polis 28 Mayıs gecesi 22 sendika genel başkanı ve 54 kamu çalışanını gözaltına aldı. Sendika genel sekreterleri aynı gün açlık grevine başladılar. Gözaltına alınan sendikacılar serbest bırakıldı ve Kızılay’da toplanan 30 bin kamu çalışanı Başbakanlığa yürüdü. Sendika yöneticilerinden oluşan heyet Başbakan Vekili Necmettin Cevheri ve Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın ile görüşmelerde bulundu. Görüşmelerde sendika yöneticileri, hükümetin verdiği sözleri tutmasını ve 5 Nisan kararlarının geri alınmasını istediler. Güneydoğu’da devam eden savaşın, demokratik yollardan çözüme kavuşturulmasını dile getirdiler. Başbakan Yardımcısı Karayalçın, kamu çalışanlarına sendika hakkını tanıyan yasal düzenlemelerin yapılmaması durumunda hükümetten çekileceklerini açıkladı.
20 Temmuz 1994 ortak ve genel eylem
5 Nisan 1994 Ekonomik İstikrar Paketinin açıklanmasından sonra TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ, KÇSP, Demokratik Kitle Örgütleri ve Meslek Odalarının birlikte hareket etme girişimleri devam etti.
Bu girişimlerin örgütsel ifadesi olan Demokrasi Platformu bir bildiri yayınlayarak “Çalışanların Ortak Eylemi” olarak anılan 20 Temmuz 1994 eylemini gerçekleştirdi. İşyerlerinde iş bırakma ve belirli merkezlerde kitlesel basın açıklamaları şeklinde yapılan eylem, belirli hizmetlerin aksamasıyla etkili oldu.
20 Aralık 1994'te İş bıraktılar
1990'dan itibaren yaşanan süreç içinde, kimi pratik politika ve sendikal hareketin geleceği ile ilgili sendikalarında yoğun iç tartışmalar yaşandı. Bu sorunlara çözümler üretmek üzere kamu çalışanları Ekim 1994 boyunca altı ilde bölgesel kurultaylar düzenlediler. Kurultaylarda bir dizi kararlar yanında 20 Aralık 1994 iş bırakma eylemi de planlandı.
Kamu emekçilerinin ve işçi sınıfının mücadele tarihine onurlu bir gün olarak yazılan “20 Aralık iş bırakma eylemi” kamu emekçilerinin hizmet üretiminden gelen güçlerini ilk kez bu kadar yaygın ve geniş biçimde kullandıkları eylem oldu.
350 bin üyeye sahip Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu'nun (KÇSKK) aldığı bu karara ülke çapında 1 milyonu aşkın kamu emekçisi katıldı, “Artık Yeter! Grevli-Toplu Sözleşmeli sendikal hakkımız yoksa hizmet de yok” dediler.
Özellikle metropol illerde hizmet üretimi tamamen durdu, 20 Aralık eylemi kamu emekçilerinin ve işçi sınıfının mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
Siyasal iktidar kamu emekçilerinin mücadelesinin geldiği boyutu görünce yine anti-demokratik ve baskıcı anlayışıyla sürgün, soruşturma ve cezalandırmalarla saldırıya geçti, 30 bini aşkın kamu emekçisi değişik cezalara çarptırıldı.
Devlet bu politik tutumuyla sendikal hak ve özgürlükler konusunda başta uluslararası sözleşmeler (ILO vb.) olmak üzere tüm hukuksal zeminleri çiğneyerek suç işledi.
1995 1 Mayıs kutlamalarında yine örgütlü güçleriyle alanlara çıkan kamu çalışanları, 1 Mayıs’a sahip çıkan önemli bir güç olduklarını yeniden gösterdiler.
Tüm Haber-Sen yöneticilerinin sürgün edilmesini protesto ettikleri ve iş bırakma eylemine katıldıkları gerekçesiyle Bursa’da 740 PTT çalışanı hakkında açılan mahkemenin ilk duruşması, kamu çalışanlarının gösterisine dönüştü. 1 Haziran 1995'te Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun TÜM HABER-SEN’i kapatma kararını onaylaması, kamu çalışanları tarafından tepkiyle karşılandı ve kararın siyasi bir tavır olduğu açıklandı.
20 Nisan 1995'te İş bıraktılar
20 Aralık 1994 eyleminden sonra siyasi iktidarın kamu emekçilerine yönelik saldırı, sürgün, soruşturma ve cezalandırmalarına karşı KÇSKK, 1 Mart 1995'te bir günlük iş bırakma kararı aldı.
Kamu emekçileri bu eylemde yüzdelik zamlar değil, hükümetin sendikalarımızla Toplu Sözleşme masasına oturmasını, sürgün, soruşturma ve cezalandırmaların son bulmasını, ceza alan arkadaşlarımızın cezalarının kaldırılmasını istedi.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “Ben devleti felç ettirmem.” sözüne ve tehditine, Başbakan ve İçişleri Bakanının tüm valiliklere eylemin engellenmesini ve kamu emekçilerinin cezalandırılmasına yönelik tehdit ve engellemelerine rağmen kamu emekçileri ülke genelinde trenleri durdurdu, vergi toplamadı, PTT ve elektrik hizmetlerini durdurdu, sağlık çalışanları acil hizmetler dışında iş bıraktı.
Bu eylem siyasi iktidarın ve devletin yaptığı baskı ve sürgünlerin kamu emekçilerinin örgütlü mücadelesini engelleyemeyeceğini gösterdi.
Görkemli Haziran
1 Haziran 1995'te Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu (KÇSKK) baskı ve sürgünlerin durdurulması, siyasi iktidarın yargı üzerindeki baskılarının kalkması, meclise sunulan grev ve toplu sözleşme hakkı içermeyen anayasa değişikliği maddesinin geri alınması ve grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkının anayasal güvenceye kavuşturulması taleplerinin ön plana çıkarıldığı eylem programı açıklandı.
Programa göre; her ilde bazı etkinlikler gerçekleştirilirken oturma eylemini sendika başkanları 15-16 Haziran günleri Ankara Güven Park’ta başlatacak, 17 Haziran’da diğer illerden gelen kamu çalışanlarıyla birlikte iki gün Kızılay Meydanında oturma eylemi devam edecek, sonuç alınmadığı durumda 19 Haziran’dan itibaren iş bırakılacaktı. 15-16 Haziran 1970 işçi direnişi, eylem tarihinin belirlenmesinde esas alınmıştı.
Eylem planlandığı gibi yürütülürken özellikle medya adeta sansüre uğradı. Hükümet, eylemi yasadışı olarak ilan etmekten öte neredeyse tepki vermedi.
Bu eyleme 150 bin kamu emekçisi katıldı. Sendika yöneticileri eylemin 2 gün öncesinden Ankara’nın merkezi olan Güvenpark’ta çadır kurarak ve açlık grevi yaparak eylemin gerekçelerini Türkiye ve Dünya kamuoyuna aktardılar.
Bu eylem sonrasında Anayasa’da yapılan değişiklikle kamu emekçilerinin örgütlenme ve üyeler adına toplu görüşme yapma hakkı kabul edildi.
Bu değişiklik parlamentonun kendi istem ve iradesinden çok, kamu emekçilerinin grevli-toplu sözleşmeli sendikal haklar mücadelesinin zorlamaları sonucunda oldu. Parlamentonun kısıtlayıcı, kendi istemleri ile örtüşmeyen ve bütün nihai kararları işveren devlete bırakan bu anayasal değişikliği protesto etmek için 19-20 Haziran’da ülke genelinde iş bıraktılar.
16-17 Haziran’da 150 bin kamu emekçisi ile iki günlük geceli-gündüzlü yapılan oturma eylemi, kamu emekçilerinin yaratıcı inisiyatiflerinin önemli ve yeni bir örneği oldu. Emekçilerin ve ezilenlerin mücadele tarihine yeni bir sayfa olarak girmesine tahammül edemeyen iktidar ve devlet güçleri kamu emekçilerinin sendika başkanlarını ve temsilcilerini gözaltına alarak cezalandırma mantığı gütmesine tüm ülke genelinde kitlesel tepki gösteren kamu emekçileri tüm illerde iktidar ortağı olan DYP ile binalarını onbinlerce kamu emekçisi ile kuşatarak yeni bir eylem sürecine girdi.
Gözaltına alınan temsilcilerini emniyette ve adliyede yalnız bırakmayarak Ankara’da onbinlerce kamu emekçisi Sakarya Caddesinde toplanarak Ankara Adliyesine yürüdü.
İstanbul’da ise; yine onbinlerce kamu emekçisi temsilcilerinin gözaltına alınmasına karşı Kadıköy Meydanı’nda oturarak temsilcileri serbest bırakılıncaya kadar geceli-gündüzlü oturma eylemi yaptılar. O güne kadar yapmış olduğu bir günlük iş bırakma eylemlerini de iki güne taşıdılar.
Siyasi iktidarın ve devletin bu büyük eylemi, basına ve medyaya da müdahele ederek görmezlikten gelme ve geçiştirme mantığına rağmen, kamu emekçilerinin bu eylemi dünya basını ve medyasında “Türkiye’de Olay!”, “Tienenman Meydanından sonra, Türkiye’de yüzbinlerce kamu çalışanı Ankara meydanında yatıyor” başlıkları ile olay haber olarak geçti. .
18 Nisan 1996'te iş bıraktılar
KESK’in Valiliğe başvuru tarihi ülkenin yaşadığı seçim sürecinde oldu. Parlamentonun tıkandığı, yeni siyasi seçeneklerin oluşmadığı bir konjonktürde yaşanan krizden dolayı gerçekleşen erken seçimde KESK, ülkenin ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlarını teşhir ederek barış, demokrasi ve özgürlük ekseninde bir sendikal faaliyet yürütme yönelimine girdi.
KESK, seçim sonrasında yeni kurulacak hükümetin sendikal hak ve özgürlüklerin kullanılması özellikle sürgünler, baskılar, açığa almalar, adli ve idari cezaların kaldırılması, kamu emekçilerinin içerisinde bulunduğu ekonomik çöküntünün giderilmesi için oluşacak eylem programını hazırlığına girişti.
Yüzbinlerce üye tartışma platformları, paneller, söyleşiler, oturumlar, basın açıklamaları, siyasi parti ziyaretler, sivil kuruluşlarla diyaloglar dahil olmak üzere yeni eylemli bir sürece girilmesi gerektiğinin önemini kamuoyuna anlatan yoğun çalışmaları önüne koydu.
16 ilde aynı tarihlerde “Barış, Demokrasi, Sendikal Hak ve Özgürlükler” mitingleri yapıldı. Büyük bir kararlılık ve coşkuyla yapılan bu mitingler daha önceden kararı alınan 18 Nisan iş bırakma eyleminin hazırlayıcısı oldu.
Hükümete iletilen taleplerin kabul görmemesi ve hükümetin KESK’le görüşmeden kaçınması üzerine 18 Nisan’da bir günlük iş bırakıldı. Aynı gün tüm illerde on binlerce insanın katıldığı kitlesel basın açıklamaları yapıldı. 18 Nisan iş bırakma eylemi hükümetin özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve savaş politikalarını egemen kılmak için topluma büyük baskıların dayatıldığı, emek güçlerinin yalnızlaştırma gayretlerinin yoğunlaştığı koşullarda gerçekleşti.
Başbakanlık bir genelge ile eylemi yasakladı ve eyleme kalkışanların derhal cezalandırılacağını açıkladı. Tüm bu baskıcı kuşatmaya rağmen kamu çalışanları, kararlılıkla ve büyük bir kitlesel katılımla iş bıraktılar ve devlet çarkını bir kez daha durdurdular.
18 Nisan eyleminden sonra hükümet bir çok sendika üyesini açığa aldı, il içi, il dışı sürgünler yaptı, yüzbinlerce kamu emekçisine idari soruşturmalar açtı. Kamu emekçileri bu soruşturmalar karşısında eylemlerini örgütlü bir şekilde savundular ve demokratik haklarını kullandıklarını açıkladılar.
Verilen cezalar üzerine “Anayasa’nın ilgili maddelerini ve uluslararası yasaları ihlal ettiği, görevini kötüye kullandığı” gerekçesi ile Başbakan Necmettin Erbakan hakkında 24 Mayıs 1996'da suç duyurusu yapıldı. Polis kitlesel başvuruda kitleyi yürüyüşünü ve basın açıklaması yapılmasını engellemeye çalıştı. Kitlenin kararlı duruşu sayesinde engeller aşılarak demokratik hak kullanıldı.
Kamu emekçileri iş bırakma eylemi ile ilgili verilen cezaların iptali için hukuksal alanda da mücadelesini sürdürdüler. 29 Mayıs günü cezaların iptali ile ilgili 15 ilde bulunan Bölge İdare Mahkemelerine kitlesel gidiilerle başvuru yapıldı, cezaların iptali istendi. Bölge İdare Mahkemelerinin vereceği karar sendikal hakların kullanılmasında önemli bir hukuksal dönemeç olacaktı.
Kamu çalışanları sendikaları 4 Ağustos 1995'te Türkiye genelinde Tüm-Haber-Sen’in kapatılmasını protesto etmek üzere valiliklere siyah çelenk bıraktılar. Polis, Ankara’da İçişleri Bakanlığı'na siyah çelenk bırakılmasını engelledi.
Kamu çalışanları 5 Ekim 1995'te ek zam talebi, Tüm Haber-Sen’in kapatılması kararının kaldırılması, sürgün ve soruşturmaların durdurulması ve grevli-toplu sözleşmeli sendikal hakların verilmesi talebiyle kitlesel basın açıklamaları yaptılar. 6-7-8 Ekim günlerinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller ve Maliye Bakanlığına kitlesel olarak telgraflar çektiler.
Eğitim Sen Ankara Valiliği'nin kapatılmaları talebiyle açtığı davanın iptali için eylemler başlattı. Polisin Güvenpark’ta çadır açarak oturmak isteyen eğitim emekçilerini coplaması büyük yankı yarattı. Davanın görüleceği 13 Mart 1996'da Türkiye genelinden Ankara’ya gelen on binlerce eğitim emekçisi, davanın düşmesini sağladı.
Doğru Yol Partisi - Refah Partisi koalisyon hükümetinin zorunlu tasarruflara ilişkin yapmak istediği düzenlemeye karşı basın açıklamaları ve çeşitli illerde “Ekonomik ve Demokratik Haklar” mitingleri düzenlendi. Mitingler İzmir’de ve Diyarbakır’da yasaklanırken DİSK’in de katılımı ile Adana’da ayrıca Ankara, İstanbul, Mersin, Antalya, Zonguldak ve Trabzon’da gerçekleştirildi.
8 HAZİRAN 1996'da HABITAT II eylemi
KESK, İstanbul'da yapılmakta olan HABITAT II Zirvesi vesilesiyle “6 Milyar Dünyalı”nın Türkiye’de olacağı düşüncesiyle, kamu çalışanlarının sendikal hak ve özgürlükleri üzerindeki baskıları duyurmak amacıyla 8 Haziran 1996'da Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemi yapma kararı aldı. Ancak, polis o gün Taksim civarında adeta sivil sıkıyönetim ilan etmişti. Polis, kamu çalışanlarına pervasızca saldırarak 2000 civarında kamu çalışanını gözaltına aldı.
Polis o saatlerde Galatasaray lisesi önünde oturan Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları'na ve dayanışmacılar arasındaki Habitat nedeniyle İstanbul'da bulunan insan hakları delegasyonlarına saldırdı, gözaltına aldı. Aynı gün eyleme katılmak amacıyla Ankara’dan gelen Enerji Yapı Yol-Sen’in 100 üyeside İstanbul girişinde gözaltına alındı. Büyük gözaltı Türk ve Dünya kamuoyunda geniş yankı yaratttı.
Eğitim-Sen’in 23 Kasım 1996'da düzenlediği üyelerinin sürgün, soruşturma ve görevden uzaklaştırılmalarına karşı ”Ankara Yürüşü” Kızılay meydanında fiili bir mitinge dönüştü. Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam'ın “gereğinin yapılacağı” taahhüdünü vermesiyle eylem sona erdi.
Kamu çalışanları sendikaları, 1997 bütçesine karşı yapabilecekleri eylemleri tartışırken “Susurluk Kazası” olarak anılan gelişmelerle açığa çıkan “Polis, Mafya, siyaset ve aşiret” ilişkileri, yapılacak eylemlerin biçim ve içeriğini etkiledi.
KESK “Demokratik Devlet, Halkçı Bütçe” adı altında “Ankara’ya Yürüyüş” kararı aldı. TÜRK-İŞ’e bağlı bazı işçi sendikaları, meslek odaları, Halkevleri ve Siyasi partilerin katılımıyla 14 Aralık 1996’da gerçekleştirilen eyleme yaklaşık 70 bin kişi katıldı. Kızılay Meydanında yapılan “miting”le eylem sona erdi.
KESK’in kuruluşu
Kamu emekçileri sendikalarını kurmadan önce, Kamu Çalışanları Platformu (KÇP) adıyla oluşturdukları birlikteliklerini, sendikalar kurulduktan sonra, iş ve güç birliğini sağlamak amacıyla Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu’yla (KÇSP) sürdürdüler. Diğer yandan Ankara’da bulunan bazı sendikalar da EŞGÜDÜM adıyla bir araya geldiler.
Bu iki platform 1994 Nisan’ında bir araya gelerek, kamu emekçilerinin birleşik sendikal eylemini ve mücadelesini sistemli bir tarzda sürdürmek amacıyla, konfederal bir yapılanmanın kurulması konusunda görüş birliğine vardılar ve bunu 15 Mayıs 1994'te açıkladılar. KÇSP ve EŞGÜDÜM’ü oluşturan sendikalar, 11 Haziran 1994’te ortak komisyonlar oluşturdular. 9 Temmuz 1994’te ise komisyonların adı Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu (KÇSKK) oldu.
Konfederasyonun kamu çalışanlarının gelenekleri doğrultusunda kurulması yönelimi çerçevesinde, tabanın eğilimlerini belirlemek amacıyla, 26-27 Kasım 1994 günlerinde dört bölgede (İstanbul, Ankara, Bursa, İzmir) ve 25-26 Şubat 1995'te Ankara’da Merkezi Kurultay düzenlendi. 26 Sendikadan 710 delegenin katıldığı Merkezi Kurultay’da, konfederasyonun dört ay içinde kurulması kararı alındı.
Dört ay içerisinde kuruluş süreci tamamlanamadı ancak, konfederasyonun kurulması için 11-12 Kasım 1995'te 28 sendikadan 500 delegenin katılımı ile Ankara’da “Konfederasyonlaşma Tüzük ve Kuruluş Kurultayı” yapıldı. Kurultayda kabul edilen tüzük ile 8 Aralık 1995'te kuruluş dilekçesi İstanbul Valiliği’ne verilerek Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) kuruldu.
Nerede hak ihlali varsa KESK orada
Sendikal mücadele de yeni bir soluk olan KESK varolan sendikal yapılara ve onların etkisizliğine itiraz olarak mücadelenin içinde fiili ve meşru zeminlerde kendini geliştirdi. Kurumsal ilişkilerde zayıf olsa da sokakta ve hayatın içinde hızlı bir şekilde büyüdü, on binlerce emekçinin katıldığı eylemleri örgütleyen güç haline geldi.
Ekmek mücadelesi ile demokrasi mücadelesinin iç içe olduğunu kanıtlarcasına nerede haksızlık varsa, nereade insan hakları ihlalleri varsa KESK orada olmaya başladı. Bir yandan örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerle mücadele ederken, bir yandan da ülkenin güney doğu ve doğusunda devam eden olağanüstü hal uygulamalarına karşı tavır alıyordu.
1990’lı yıllar, Türkiye’de yakın tarihin en karanlık, hala aydınlatılamayan olaylarına tanıklık ettiğimiz yıllardır. Dönemin başbakanlarından Tansu Çiller’in söyledikleri, aslında her şeyi, esas olarak da devleti en iyi anlatan sözler olarak aklımızda kaldı: “Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir.” Çiller, 1990’lı yılların devletini gayet iyi özetlemişti.
Sivas (2 Temmuz) ve Başbağlar (6 Temmuz) katliamları, ilk kez 25 Haziran 1993'te Başbakan olan Çiller'in, hükümetin başına geçmesini izleyen iki hafta içinde yaşandı. Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) koalisyonlarıyla kurulmuş olduklarını not ederek "Çiller iktidarı" diyebileceğimiz 50, 51 ve 52. hükümetler döneminin büyük olaylarından biri de Şırnak katliamıydı. 38 kişinin hayatına mal olan Şırnak'ın Kuşkonar ve Koçağılı köyleri, Çiller'in Başbakan olduğu 26 Mart 1994 tarihinde bombalandı. Daha sonra cinayetler Kürt iş adamlarına yöneldi.
14 Ocak 1994'te Behçet Cantürk'le başlayan, 25 Şubat'ta avukat Yusuf Ziya Ekinci ile devam eden cinayet dizisinde Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım, Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Namık Erdoğan, avukat Medet Serhat, Demokrasi Partili (DEP) avukat Faik Candan, Fevzi Arslan, Şahin Arslan ve Ankara'nın Altındağ ilçesinin Yüksekovalı Nüfus Müdürü Mecit Baskın katledildiler. DEP Milletvekili, Mehmet Sincar da 4 Eylül 1993’te Batman’da öldürüldü.
Polis DEP milletvekilleri Orhan Doğan ve Hatip Dicle'yi Meclis çıkışında yaka paça gözaltına aldı. 4 Mart 1994'te de Leyla Zana ile diğer DEP milletvekilleri gözaltına alındı ve tutuklanarak cezaevine kondu. Anayasa Mahkemesi Haziran 1994'te DEP'i de kapattı. 1 Temmuz 1994'te gözaltına alınan vekiller Selim Sadak, Sedat Yurtdaş, Ahmet Türk, veSırrı Sakık da tutuklandı. 8 Aralık 1994'te sonuçlanan davada Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak "PKK talimatları doğrultusunda bölücü faaliyet yürüttükleri" gerekçesiyle 15'er yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Bu milletvekilleri hayatlarının 10 yılını cezaevinde geçirdi.
90’lı yılların Türkiye’sinin fotoğrafı sadece bunlarla sınırlı değildi elbette. Köy boşaltmaları, faili meçhul cinayetler, Özgür Ülke gazetesinin bombalanması, DGM’lerde [devlet güvenlik mahkemeleri] yargılanan binlerce insan... Bu yıllar Kürtlerin açık hedef olduğu ve devletin hukuk tanımadığı bir dönem olarak akıllarda kaldı.
KESK böylesine çatışmalı bir ortamda sivil meşru zeminde demokrasi mücadelesi veriyordu. KESK grevli toplusözleşmeli sendikal haklar mücadelesiyle birlikte barışı esas alan mücadelesiyle dikkatleri üzerinde toplayan örgüt oldu. Yasası olmadığı halde, örgütlenmesine devam eden kamu çalışanları ülkenin her yerinde binalarını açtı, levhalarını astı. Bu durum meşru zeminde hızlı bir şekilde gelişti. KESK, hukuksal dayanağını, anayasanın 90. maddesine, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine, Avrupa Sosyal Şartı'na ve ILO sözleşmelerine dayandırarak sendika kurmanın suç olmadığını açıklıyordu
Kürt Sorununu görmeyen bir sendikal mücadelenin demokrasi mücadelesinden uzaklaşması anlamına geleceği bilinciyle hareket eden KESK’in örgütlenmesi önünde o yıllardaki en önemli engel toplumda güçlendirilmeye çalışılan şovenizm ve bunun iş yerlerindeki örgütlenmeyi zorlaştırmasıydı.
Eğitim iş kolundaki örgütlenme çalışmalarında anadilinde eğitim hakkını savunmak, doğrudan Kürt sorununu konuşmak anlamına geliyordu. Bütün zorluklarına rağmen bugün bakıldığında, ülkenin en karanlık döneminde okullarda ilkeli bir şekilde anadilinde eğitimi savunmak, bu konuda taviz vermemek demokrasi mücadelesi açısından çok değerli bir tutum almak demekti.
KESK’in tarihini toplumsal ve siyasal olaylardan kopartarak ele almak mümkün olmaz. Bu nedenle dönemin içerde ve dışarda gelişmekte olan dinamiklerini de kısaca hatırlamak yararlı olur.
1990’lar, dışarda Sovyetler Birliği’nin dağılması, reel Sosyalizmin bunalımının doruk noktasına ulaştığı ve Kapitalist sistem için yeni bir dönemin başladığı yıllar oldu. Bu yeni dönem Türkiye’ye, Kemal Derviş döneminin yapısal düzenlemeleri şeklinde yansıdı. KESK, o dönemde de kamusal alanın talan edilmesine, özelleştirmelere karşı mücadele ederek örgütlülüğünü yükseltmeye çalışırken, bu dönem aynı zamanda sol içi ayrışmaların belirginleştiği ve liberal söylemlerin etkisiyle savrulmaların başladığı dönem olarak da dikkati çekti.
O dönemin bir başka önemli siyasal gelişmesi ise aslında ulus devleti sahiplenme hamlelerinden biri olan 28 Şubat süreciydi. Bu hamlenin hedefi Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar sorun yaşadığı dindar kesimlerle ve Kürtlerle iktidarı paylaşmamak, farklı kültür ve inançları yok saymak üzerine kurulu devlet anlayışını sürdürmekti. Bu dönemde Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarına karşı çıkan KESK, demokrat ve Sosyalist çevrelerle birlikte ‘’Ne şeriat, ne darbe‘’ mitinginin örgütleyicileri arasında yer aldı.
Sonrasında gelişen süreçte iş başına gelen ve giderek güçlenen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, neoliberal politikaları acımasızca uyguladı. AKP, orduyla çelişkilerin üzerine inşa ettiği meşruiyet algısını Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolunda attığı göreli adımlarla güçlendirdi ve iktidar olma başarısını sürdürdü.
İktidarda giderek güçlenen AKP, iktidardaki yerini tahkim ettikçe ‘’eski rejimde’’ ısrar edenlerle hesaplaşmaya girdi.Yeni bir rejim inşa edilirken AKP'nin devletleştiği tespitleri yapıldı. Ve 1990’larda gördüğümüz devlet geleneğine benzeşen uygulamalar başladı.
KCK tutuklamaları bu dönemde yaygınlaştı ve on bine yakın Kürt tutuklandı, Roboski’de devlet silahsız ve sivil Kürt köylüleri bombaladı, Hrant Dink cinayeti aydınlatılamadı, Reyhanlı katliamı yaşandı, Gezi sürecinde belirginleşen polis şiddeti sıradanlaştı, İş cinayetleri sonucunda kitlesel ölümler meydana geldi, Kobané eylemleri sırasında öldürülen onlarca insanın faillerinin bulunması bir yana öldürülenler suçlanmaya başlandı.
Son on yılda yaşanan siyasal olaylara paralel olarak sendikalar hızla üye kaybetti, KESK baskılarla etkisiz hale getirilmeye çalışıldı. Yandaş sendikalar güçlendirildi. Basında yapılan operasyonlarla çok sayıda gazeteci dışlandı, havuz medyası oluştu yolsuzluklar ulu orta savunuldu. Diğer taraftan barış görüşmeleri başladı, Abdullah Öcalan’la doğrudan görüşmeler devam ediyor. Bir biriyle çelişen gibi görünen bütün olguları bir arada yaşadığımız bir süreçten geçiyoruz.
Bu olan biten karşısında içinde ulusal solcuların da bulunduğu milliyetçi çevreler, adeta 1990’lı yılları aklarcasına AKP döneminin daha kötü olduğunu ifade ederek bunu 90’lı yıllar ile AKP’nin mevcut iktidar dönemi arasındaki bir tercihe dönüştürüyorlar.
Diğer taraftan AKP’nin neo faşist yönünü ısrarla gizleyen, insan hakları ihlallerini görmeyen, toplumda yarattığı muhafazakarlığı makul bulan, demokrasi adına asla savunulması mümkün olmayan olay ve olguları es geçen bir pozisyonda duran liberallerin sayısı azalsa da varlıkları devam ediyor.
AKP'de iktidar bloğunun çatlaması, ortaya çıkan tüm muhalif eylemleri kendi çatlağına bağlı darbe girişimleri olarak sunması ve kendi seçmen kitlesini bu eksende bloklaması, AKP’nin iktidarı kaybetmesi kaygısını ortaya çıkardı. Tayip Erdoğan’ın sürekli nutuk attığı, saraydan konuşan ''tek adam'' durumu, bir yandan otoriter, tekçi, baskıcı ve faşist bir yönetimi giderek daha sistematik hale getirirken diğer yandan Kürt siyasal hareketi ile yürüttüğü müzakere süreci ile adeta şizofrenik (çift kişilikli) bir durum yaşatmaktadır.
AKP’nin bu siyaseti doğal olarak ülkenin siyasal atmosferinin de şekillenmesine yol açıyor. İnsan hakları açısından sicili bozuk devleti AKP mi ele geçirdi, yoksa devlet mi AKP'yi ele geçirdi ileride hep birlikte göreceğiz.
Bizim açımızdan emek, demokrasi ve insan hakları mücadelesi her dönem tereddütsüz devam eder. (SE/BA)
* Sami Evren eğitimci, KESK genel başkanlarından